…DİŞLERİNİN ARASINDAN YIRTILARAK ÇIKAN BİR CÜMLE KARANLIĞI DELİP GEÇTİ:
-PRATİĞİN FENDİ, TEORİYİ YENDİ!
Eski zamanlarda.. Çocukluğumun unutulmaya hevesli hatıralarında, yoldaşlığı körebe oyunuyla karıştırmayalım diye abilerimiz sokak duvarlarına bu cümleyi yazdırırlardı: “Biz buradayız, kafamız güzel ama sizleri hala -her şeye rağmen- seviyoruz.” Doğru söze ne hacet! Dünya hala yerindeyse bunu o abilere borçluyuz; o güzel kafalı abilerimiz olmasaydı ne sen ne de ben burada olamazdık, bunları konuşamazdık, onların yüzü suyu hürmetine yaşayabiliyoruz. Anladın mı küçük bey? Demem o ki, o nesil farklıydı; yoldaş olmayı okullarda değil, sokak aralarında, kaldırımlarda öğrenmişlerdi. “Pratiğin fendi, teoriyi yendi” atasözü de ta o zamanlardan kalmadır. Onlar okulsuz öğrendiler, öğrettiler, onlardı asıl kurtarıcılarımız beyim!
TALİMAT:
İşbu çalışma sorular her gün bildiri mahiyetinde ivedilikle köylüyle paylaşılacak; çıkarılan eylem planları, etüt edilen hususi konular hakkında politik çıkarımlara vesile olurken, merkez bürodan yetkili yoldaşla mütalaaya sokularak, her bir mefhum acze düşürülmeden tekrar tekrar neşredilecek olup, ehemmiyet arz eden Cuma hutbesi ve vaazlar, cami duvarlarına hasır işlemeli köy dantelleriyle fiyonk edilecek.
- Ders: İlke ve Salim’in karşılaşması: Hayal-kopukluğu ve nostaljik bir yoldaşlık öyküsü
- Ders: Salim’in hakikatle yüzleşmesi (bir ileri gelenin sosyopatik takıntısı)
- Ders: Salim ve garibanlık sorunsalı üzerine rapor: “İşgüzar bir devrimci her şeyi bilir”
“Biraz daha acı çekmeliyiz” dedi, Salim: Biraz daha acı… İşte bu sayede hayatın asıl gayesini idrak eder, keşfedeceğimiz mühim manalara göre yaşayabilir ve neden burada (dünyada) olduğumuzu diğer insanlara daha intizamlı bir şekilde anlatabiliriz. İnsanlığı hatırlamalıyız yoldaş, bu mühim bir mesele; hayat, acının peşinde sürüklenen ve bir nebze olsun huzuru uman insanların serüvenidir. Onları uyarmalı, gerçeklerle yüz yüze geldiklerinde yanlarında olmalı, günahlarının bedellerini öderlerken de vicdanlarını serinletmeliyiz. Görevimiz bu. Yaşamamızın amacı ve varoluşumuzun gerekçesi: Bu.
Salim ve İlke uzun yıllar görüşmemişlerdi, araya bir hayli mesafe, anlaşmazlık, iki ihtilal, oportünist hesaplaşmalar, uzun kış mevsimleri, verimsiz geçen bahar hasatları girmişti. Kader, onları bir köy meydanında bir araya getirmişti. Köylüyü bilinçlendirme toplantılarının birinde (tesadüfün böylesi) göz göze gelmişlerdi.
İkisi de kaçamak davrandı önce, sonra yılların verdiği yorgunlukla kinlerini örseleyip göz göze geldiler. İkisi de yorgun birer savaşçı gibiydi, düşman yoktu, cepheler (kadrolar) darmadağın olmuştu. Şimdi bu iki yoldaşın eski hesapları unutması, “hayata evet” demeleri gerekliydi. Zor olmadı, “eski dosttan düşman olmaz” dedi İlke ve söze hiç olmadığı kadar hızlı giriş yaptı: Ne dersin, sence köylüler bizim tarafımızda olurlar mı?
Salim bir Anadolu çocuğuydu: Sivas dolaylarında, Şarkışla’nın bilmem ne kasabasının, bilmem ne köyünde doğmuştu. Zamanın çarkları arasında ezilmiş, yoksul bir maraba (köy işçisi) ailesine mensuptu. Yazları kısa kurak, kışları uzun ve soğuk geçen bu yerin ikliminden olsa gerek, kısa boylu, tıknaz, ayakları yere sağlam basan bir vücuda sahipti. Esmer, bıyıkları kızıla çalan, geniş göğüslü, yanık bağırlı bir çocuk adamdı. Terbiyesini (eski muhtar) dedesinden, medrese eğitimini (ilkokul seviyesinden hallica) köy ihtiyar heyetinden, teoloji eğitimini ise köy imamından almıştı. Dilerseniz hikâyenin geri kalanını onun ağzından dinleyelim:
Ben Salim. Yozgat aşiretlerinden kaçkın, çiftçi bir ailenin ilk çocuğuyum. Babam, çiftlik kâhyasını öldürünce, orayı yani doğduğum yeri terk etmek zorunda bırakılmışız. Uzun ve üzücü bir hikâye beyim (Salim burada biraz duraksıyor, yutkunamıyor). Neyse… Ben devam edeyim: Aslen Horasanlı olduğumuzu rahmetli büyük annemden işitmiştim. İran’da bir yer, zamanın beynelmilel kültür sanat merkezi miymiş öyle bir şey. Kısa keselim: Osmanlının kuruluşunda Anadolu’ya zorla göç ettirilmişiz. Hangi yıl hangi savaştı hatırlayamadım. Doğumum da bu hicret yıllarına rastlıyor. Fakirlik ta o zamandan beri illet gibi başımızda, bu yüzden garibanlık bize hep âşıktır beyim. Rahmetli babam da bu fakirliği sevip okşayanlardan, hep şöyle derdi: “önce ekmek, sonra kitap.” Bu yüzden okul okuyamadım beyim, çalışmaktan fırsat olmadı, yazları pamuk tarlalarında ırgatlıkla, kışları ise Çavuşlardan Hasan emminin yanında (Ilıca Yaylasında) çobanlıkla eğlenerek geçirdim. Doğuştan yoksul olmak diye bir şey var beyim, büyüklerimiz hep böyle belletti, “vay benim dertli kaderim, senden başka dost yok” diye mâni düzerdi Koca Yusuf’un analığı… Belki de doğru, insan bir kere yoksulluğa doğunca bırakamıyor, yar ediyor onu. Büyüklere saygım sonsuz ama ben bu fakirliği hiçbir zaman sevemedim gayrı. Bir yerlerde bir haksızlık vardı sanki, kaderimiz böyle olmamalıydı, birileri suç işliyor hakkımıza giriyordu besbelli. Bizim oralarda bir laf vardır: “yokluğu bilmeyenden adam olmaz, nafile uğraş eyleme” evet dosdoğrudur. Yokluğu ana karnında öğrendik, ana sütü bile payımıza az düştü. İnsan olanın ağrına gitmez mi bu düzen! Ne bilem… Sanki gandırıldık. Ta ki üniversiteli genç oğlanlar ve kızlar gelinceye kadar: İşte o zaman sağır duymaya, kör bulmaya gayret gösterdi. Neyse bu bahis biraz çelpeşük ve adamı ipe götürür beyim, en iyisi eski alışkanlığımıza dönelim: Susalım.
Köyümüzün adı Horan’dır. Ne anlama geldiğini muhtar bile bilmez. 23 hane küçük bir köy. Ekseriyeti rençberlik yapar. Bu kelimeleri de sizlerin sayesinde öğrendik. -Haha. Kusura kalmayın biraz görgüsüzlük edeyim dedim. Nüfus, yaz aylarında misafirlerle (yaşlıların torun çocukları ve onlarında çocuk torunları ile) taş patlasın 100’ü geçmez. Bu 100 kişinin içinde Allah sizi inandırsın, akraba olmayan yoktur, biraz uçkuruna düşkündür bu adamlar, aile planlaması nedir bilmezler, bundan ötürüdür ki (akraba evliliğinden mütevellit) eli yüzü düzgün insana pek az rastlanır. Çirkindirler. Tıpkı yoksulluk gibi. (Bu sırada gülüşürler.) Akabinde gülüşmeler sesli bir eyleme dönüşür ve karanlıkta bir fener gibi ışıldar tam 2850 adet diş. Hepsi sayılabilir ve tasnif edilebilir. Salim bir diş hekimi değildi ama devrimcilikten önce katıksız bir köylüydü. Üstelik hesap edilemeyen bir kurnazlığa da sahipti. -Demek gülüyorsunuz efendiler halbuki ben gayet ciddiyim, fakirliğimiz gibi insanımız da pek çirkindir! Nokta.
Salim, kendini ispata girişirken ölümcül bir hata yapmıştı, her köylü gibi köyünün güzelliklerinden bahsetmeyi unutmuştu. Unutkanlık devrimciliğin zaaflarından sadece biriydi ve günümüzde nüksetmeye devam ediyordu.
Dersin sonunda Salim beyaz bir kâğıda KOMİTE İÇİN HAZIRLADIĞI raporu karalar:
Kabul ve imtiyazlarınızı kabul etmekle birlikte, köylülerin durumu perişandır, Hasan Amcanın karısı yokluktan olacak ki saçlarına kına sürememektedir. İlke ve Salimin buluşması bu anlamda istenilen seviyede vuku bulamamıştır, köylü üzgündür. Tandır ocaklarının ateşleri (evde kalmış kızlara inat) sönmüş, tutulan balıklar ızgara yerine toprak kaplarda cızırdamıştır. Zeytin ağacına çıkan Kedi Ahmet bir türlü aklıselimle buluşamamış, köy meydanında kendini asma fikriyle dalga geçmiştir. Muhtar eceliyle ölen karısının yerine bir motorlu bisiklet almış -sağ olsun- işsizliğe katkıda bulunmayı tercih etmiştir. Köy imamı uğursuz Osman artık camiye gitmenin SEVAP OLMADIĞINI, cennetteki tapuların yok pahasına satıldığını bildirmiştir. Çocuklarını kaybeden deli Aysel pılısını pırtısını toplayıp çocukların olmadığı bir diyara terk eylemiş, aklı sıra yıkıcı bir eyleme imza atmıştır. 2. sıradan Köy Azası, -sanırım adı Eşrefti- her koşulda karşı devrimci (reformist) olduğunu dile getirmiş, kızıllar Rusya’ya adlı bir süreli yayına girişmiştir, kendisi derdest edilip komite tarafından gerekli tertibatlar alınarak jandarmanın şefkatli kollarına teslim edilmiştir. Püsküllü Naciye, orospuluktan emekli olduğunda toplu kurban merasimi düzenleyerek imamın sondan ikinci karısı olmayı kabul etmiştir. Artık kendisi cennetliktir. Komşu Nafile Teyze, köy ahalisine ömrünü vakfetmiş, cephe gerisinden takviye kuvvetlerine yardım ve telkinde bulunarak kurtuluş mücadelemize büyük katkılarda bulunmuştur. Mahalle kabadayısı Arnavut Nazmi rakıyı azaltmış, memleketi Priştine’ye ayık bir şekilde tövbeli bir mülteci olarak iştigal etmiştir. (Kendisini insan zanneden) İsmail Ağa insanlığını ispat edebilmek için ilgili resmi makamlardan salahiyeti almış ancak ruh sağlığının insan olmasına izin vermediği hususu sağlık tetkiklerinde ortaya çıkmıştır. Rençber Nuri, köy meydanında bir adamı KASIKLARINDAN vurarak aile planlamasına katkıda bulunmuş ve yetkili merciler tarafından ısrarla aranmaktadır. Bezgin Ali, soyadı kanununa muhalefetten soy ismini Gezgin olarak değiştirmiş akabinde mahkeme mübaşiri Sarı Necla ile kaçmıştır, Sarı Necla ve Ali’nin en son nerede görüldüğü bilinememektedir. Çıkık Götlü Emine organ nakli olup paraya kıymış artık kendisine RESMEN koca aradığını İLANA ÇIKMIŞTIR. Köy deliliğine terfi eden yancı Sabri “ne olur Allah’ım karşıma bir enayi çıkar da ona hayatı öğreteyim” adlı duaya çıkmış ve kendisinden henüz haber alınmamıştır. Köy nüfusu azalmakla birlikte sevişenlerin sayısı günden güne artış gösterirken Köy Tabibi Haşim Bey, son olarak doğum kontrolünün faydalarından bahsederken köy meydanında kalpten ölmüştür. Allah rahmet eylesin, Allah geride kalanlara akıl ihsan eylesin.
Amin ki kabul olsun.
Can Murat Demir