“Yarım kalan insanlar tanıdım” dedi: Bu yüzden sana katlanıyorum aptal, şimdi anladın mı, seni değil bu acıklı durumu seviyorum, bu acınası halini, ucube gibi etrafımda gezinmeni, ağlamanı, sızlamanı, olmadık yerde hüzünlenmeni… Sen benim için bir eşyasın, malzemesin, üzerine oturduğum kanepeden, yemek yediğim çatal kaşıktan, mutfak dolabından, telefon ahizesinden, yazı yazarken kullandığım kalem kâğıttan, senelerdir değiştirmek istediğim ama bir türlü fırsat bulamadığım Serçe marka otomobilimden, gardırobum kokmasın diye kullandığım naftalinden, bakkal Nazif’in muhabbet kuşundan, kasap Nuri’nin satırından, sokakta rastladığım -hiç tanımadığım- insanlardan bir farkın yok. Ben sana 3 numara büyük gelirim Salim, herkes hak ettiğini yaşar, okey? (Salim İngilizce bilmez ki) İşte şimdi ağlama zamanın geldi, hadi bakalım göster ablana marifetini: kundaktaki bebek gibi ağla zırla. Sen benim için harcanabilir bir şeysin, kitabım için bir malzeme, bir karakter, bir ilham makinesi, bir kurgu, sen bu işlerden anlamazsın, kitap okumadığın için bana bırak kendini, rol yapmana gerek yok, film setinde değiliz, sadece kendin ol, bu bana yeter de artar. (Bazı tarihi kaynaklarda, kendisini aydın olarak nitelendiren bir takım kişilerin, kölelik düzeninin geri gelmesi için bir takım girişimlerde bulundukları anlaşılmıştır: Daha sonraları köleleştirilen bu insanların tamamına: “entelektüel sermaye” adı verilmiş). İlke tekrar araya girer: Yazar kitabını yazarken insanlarla iletişime geçer, (Salim duyumsamazlığa veriyor) onları kullanır, buruşturup çöpe atmadan önce de yayınevi teslim tarihini gözden geçirirler. İşte senin üretim sürecin bundan ibaret, sen zavallı bir roman karakterisin. (Salim ağlarken İlke not almaya devam eder, bu adamın etinden sütünden yararlanmalıyım, ben bir yazar efendisiyim, bu adam da kölem değil mi, ağlamalar hıçkırıklara dönüşür: “kim bilir belki de gözyaşları gerçektir”).
İlke’nin kendi deyimiyle: “insan”lıktan yazarlığa terfisi işte böyle oldu: yazar olma yolunda bedeller ödediğini ileri süren her yazar efendisi gibi o da insan taklidi yapmaya devam ediyordu. (Ha.Ha.)
Karar verilmiştir: Bir kitap yazmalı, şu ana kadar kimsenin ulaşamadığı bilgilerle, sezgilerle, duygularla: bunu yaparken kimseyi incitmemeye dikkat et. Hayır dikkat etmeyeceğim. İnsan denilen şeyin yeniden tanımlanması gerek, derdim büyük, bu yüzden onların incinmesini ve acı çekmesini istiyorum, bu böyle olmalı, yazarın çektiği sıkıntılardan bihaber olan bir okuyucu kitlesi istemiyorum, eşitlik sağlanmalı. Ben ağlarken onlar da ağlamalı, ben uyurken onlar da uyumalı, ben hastayken onlarda hastalanmalı; anladın mı şimdi: benim için yazma serüveni bu denli zor: “yazmak acıyı çağırmaktır” dedi birisi, kalabalık arasından sinek vızıltısına benzer bir haykırıştı, haykırışa benzeyen bir çığlıktı, sonra ortadan kayboldu, gören olmadı: Kelimeler boşlukta takılı kaldı. Karanlıkta bir siluet göründü ama kimse tanımadı. O saatlerde yazılan tüm aşk mektuplarına şu not düşüldü: Seni seviyorum ama göremiyorum, sevgilim neredesin?
Parantez açılmış. İçinde bir ad-soyad, italik, el yazısı gibi görünüyor ama değil sadece önceden belirlenmiş bir dizilime sahip. Kimden olduğu belli değil, kim olabilir ki? Polis mi? Sanmam. Ne zamandır benden ümidi kesmişlerdi, onlar olamaz, peki kim öyleyse? Eğer bırakılan not italik bir ad ve soy addan oluşuyorsa orada gizem var demektir. Gizemi sevmemi içinde sürprizler olan bir şey bana hiçbir zaman cazip gelmemiştir. Ben sağlamcıyımdır, eşeğimi her zaman sağlam kazığa bağlarım (İlke bu yüzden beni sevmez). “Gerçekçi olmak bunu gerektirir” dedi Salim. Ben en büyük realistim, tam bir deney tavşanıyım, kullanın beni, insanlık için kobay olmaya razıyım. Kesip biçin beni, beynimden kablolar geçsin, kollarımdan metal borular, gözlerimin yerine birer elektronik kapsül takın, kalbimi bir tuzlu suya batırın, kokmasın. Bence gerçekçi insan mitlerle üfürükçülerin büyüleriyle ya da gizemlerle uğraşmamalı, şehir efsanelerini dikkate almak bilime yakışmaz, biz bir bilim adamıysak memleketteki en ahlaklı adamlar olmak zorundayız, bu ülke kimsesizlerin ülkesidir, bu yüzden en iyisi durup dururken daha fazla yalnızlaşmayalım İlke, gel seninle anlaşalım: polislerle aranda ne geçti bilmem ama lütfen beni kendi gönül meselelerine karıştırma, ben bir vatansever olarak senden farklı kaygılara sahibim. Öncelikle bu notu senin yazmadığını nereden bileceğiz? (Ha-Ha.) Söyler misin, polis neden bir not bırakıp kaçsın, deli mi bunlar? Kendine gel İlke, bu bir şehir efsanesi değil, ortada bir not var ve imzasız, kime ait olduğu belli olmayan notları nereye saklıyorduk? Tavan arası? Buzdolabı? Cam sürahi? Tamam, buldum: mermer bibloları koyduğun ahşap kaplamalı antika kutuya… Tamamdır, tüm suç aletlerini sakladık şimdi sıra sende: şu yerlere göklere sığdıramadığın, kitabını bitir bakalım. Ne dedin Türk polisi gizemi sever mi? Yapma Allah aşkına İlke, düşmanlıktan gözün dönmüş senin, ne dediğinin farkında mısın? Yeter artık, daha fazla senin saçmalıklarına katlanamam, tımarhaneyi arıyorum, bizim Doktor’u. “Gecenin bu saatinde çekilmiyorsun Salim” dedi İlke (Salim sinirlenir, öfkeden deliye döner, sigaraya sarılır). “Olağan şüpheliler” dedi Doktor, onlar siz misiniz? Bu zamana kadar kendinizi nasıl gizleyebildiniz? Bu pisliği birlikte temizlemeliyiz dedi Salim: Duydun mu İlke ve beni bilmemeliler, polis heyecanı sever ama biz sevmiyoruz, bu konuyu hemen kapatalım ve gündelik yaşantımıza dönelim, bünyem kaldırmıyor artık, eskisi gibi genç değilim. Dizlerim ve kalbim ağrıyor. İnsan bir yerde durmalı. Durmasını bilmeli.
Etrafına bakındı. Kimsecikler yoktu: “Soğuk, çok soğuk” diyerek yutkundu. Hava soğumuştu. İçine çektiği hava da öyle, buz gibiydi, dudakları, kalbi, elleri, ciğerleri donmuş olabilir. Hayır, henüz hayattayım ve halen nefes alabiliyorum. Gecekondu ilk kez bu denli soğumuştu. Salim gecekondunun mevsimsel dönüşümlerini hesap edememişti, bu kez yanılmıştı. Ah İlke, ne yaptın böyle. Artık soğuklara direncim kalmadı, eskiden böyle miydim: dışarıda kar yağarken yalınayak kardan adam yapardık, seninleyken üşüme nedir bilmezdim. Ne oldu bize, yaşlanıyor muyuz, yoksa ölüyor muyuz? Salim, kışın gelmesiyle ölüm arasında tuhaf ve hastalıklı bir bağ kurmuş. Ne dediğini bilmiyor, saçmalıyor ama kendince haklı, insanoğlu her gün bir önceki güne göre daha ölü sayılmaz mı? Daha ölü mü? Bilmem. Olabilir. (ben zaten doğarken ölmüşüm.) Evet, sayılabilir ama şimdilik bu konuyu değiştirmekte fayda var. Üşümeye devam etmem lazım, yoksa hayatın kıymetini nasıl anlarız? İlke ah ilke beni soğuk havalarda sen giydirirdin hem de zorla, bense ne eldiven ne de atkı kuşanmayı bilmezdim, seninle öğrenmiştim her şeyi, ama sonra ne oldu, gecekondu sana dar geldi, benim yanımda hiç rahat edemedin. Soğuk kış günlerinde zayıf ateşli köy şöminesinde sucuk yapar şaraplarımızı yudumlardık, en ucuzundan alırdık ertesine güne de yetsin diye. Neyse konumuzu tekrar değiştirme vakti geldi: sen nasılsın neler yapıyorsun? Uzunca bir süredir görüşemedik, bir kitap yazıyordun? Cevap gelmedi İlke ’den, belli ki o da sıkıntılı, (kitap yazmayı çocuk oyuncağı mı sandın Salim) içinden geçenleri bir an da dile getiremeyen İlke, bu hayata tutunmuş hatta onu kendince yorumlayarak yaşanabilir hale getirmeyi başarabilmiş nadir kadınlardan… Bir dişi. (tam bir amazon kadını örneği). Üstünkörü yapılacak bir iş değil bu Salim, kitap yazmak o kadar kolay mı? Önce literatürü sonra konu hakkında basılmış sözlükleri, ilgili makaleleri, yaşanan gerçek olayları, yayınlanmış (bilimsel) istatistikleri, tezleri, yönetmelikleri, kitabı yayımlayacağın yıldaki bebek ölüm oranlarını, ekmek fiyatlarını, otopark tarifelerini, genelev vizitelerini, o yıla ait yazarkasa fişlerini, (aylık bazda) enflasyon oranlarını, işsizlik rakamlarını, tefe ve tüfe rakamlarını, çapraz döviz kurlarını, mahkeme celplerini, boşanma davalarını, gazete manşetlerini, üçüncü sayfa tecavüz haberlerini, doğal felaket yaşayan toplumların can kayıplarını, fakirlik ve asgari geçim indirimini karşılaştıran grafikleri, okullaşma sayılarını, kitaplaşma ve kitapsızlaşma (arsızlaşma) raporlarını (kültür bakanlığından alınabilir), köyden kente göç oranlarını, adaletsiz toplumların neden kitaba ve aydınlanmaya karşı olduklarını…
Salim suskun. Cevap vermeye hazır gibi görünüyor ama çekingen davranması lazım ne de olsa hassas bir konu, elle tutulur bir sebep olması lazım saldırması için, insanların sebep yokken saldırganlaşmasını anlayamıyorum, kitap yazmayı bir beyin ameliyatı sanan İlke kendine gelmeli, lütfen kendine gel İlke, bana bunu hep yapıyorsun, cevap verememenin nasıl bir acıya denk geldiğini benden iyi kimse bilemez. İlke iyi bir hatipti ama zırvalıklara kolayca inanabiliyordu, bu yüzden uzak durmalı ondan, öfkesi dinince konuşmalı, yoksa kötü şeyler olabilir, birkaç sayfalık kitap için cinayet işlemeye gerek yok. Her şey üslubunca konuşulmalı toplumda, her kafadan bir ses çıkmamalı, özellikle bilmediğin konularda kelam etmemeli, ya da tam aksi durumda kalbinden vurulursun, eli kalem tutan herkes bu kanunu bilir, ona göre hareket eder. Yazmanın raconunu bilmeyen kalmasın beyler, bayanlar: herkes yazamaz ve konuşamaz, bu yüzden susmalıyız bazen. Sana saygılıyım İlke ama yazdıklarına değilim çünkü ben toplumdan kopuk bir romanı okumam, sen sen ol benimle bu konuda bir daha tartışmaya girme, kalbini kırarım. Kırdığım tek kalpte seninki olmaz, diğerlerinin yanında yerini alır, koleksiyonum var benim: Kırık kalpler koleksiyonu. İlke, avını görmüş bir yırtıcı gibi üstüne atladı cümlenin (cümleyi boğazından yakaladı), bir daha söyler misin, en son cümleni, tekrar et, ne dedin, kalpsiz kırıklar ülkesi mi? Salim bir pot kırdığını düşündü, önce korktu, ilk kez birileri sarf ettiği bir cümlenin tekrarını istiyordu, tereddüt etti, içini bir şeyler ısırıyordu, söylesem mi söylemesem mi arasında gitti geldi; İlke, inatçı bir martı gibi atılan ekmeğin peşindeydi (rüzgara karşı uçuyordu): çabuk söyle not almalıyım: kalp komisyoncusu mu, neydi? Salim korkak ve irkilmiş şekilde: “Kırık kalpler koleksiyonu” dedi, pişman olmak üzereydi, İlke yanına oturup “kulaklarım ağır işitiyor, bağır” dediğinde yanıp tutuşan içine su serpildi: Kırık kalpler koleksiyoncusu (baş harfi büyük diğerleri küçük, Salim’in böyle takıntıları vardı). İlke yenilen düşmanın karşısında son hamlesini yapmayı bekleyen mağrur bir savaşçı gibi hissetti: aferin, sonunda işe yarar bir şey söyledin, bu bir iltifat mıydı yoksa hakaret miydi anlayamadı, “olsun” dedi Salim: Bu kadarına razıyım, en azından başlığında bir katkımız olsun (bu büyük bir hamleydi Salim için, İlke de bunun farkındaydı, bir dişi ilk kez bir meydan muharebesinde bir erkeğe yenilmişti, feministler duymasın, bunun neresi yanlış?).
Gönderilemeyen Mektup Var
Pek muhterem İlke (başka bir hitap bulamadım);
Sen gecikmiş bir hayatsın, sahibin yok, varlıksız, fakir ve yalnızsın: Üzgünüm gerçekçi olmayı senden öğrendim. Yalanın içinde debelenmeyi bırak, senin için en güzel ölümü seç, son ver bu saçmalığa, neden mi: sevmeyi bilmeyenler sevgisiz kalmaya mahkûmdur İlke. (Salim gecekondu edebiyatını konuşturuyor). Salim bu mektupla ilk kez bir başkasının hayatını etkiliyordu, hoşuna gitmişti bu davranışı, kendisini ilk kez sevdi, bedenini ve ruhunu okşadı, gururlandı: ben artık hayat işçisiyim, İlke’nin sesi mi o? Hadi oradan, kendini bir şey sanma, sen bir aptalsın, (ha-ha) kes sesini, senin zihnime girmene izin vermeyeceğim, artık ben de yaşıyorum, benim de kendime ait bir fikrim bir düzenim var, elbise dolabım, arkadaşlarım, sevgilim (henüz aday), yemek masam, gecekondum, param (yok ileride olur), demek ki fakirsin hem ruhen, hem de maddi anlamda bir zavallısın (ha-ha, İlke güler). Seni, insanlığın vicdanından aldığım yetkiyle ölüme mahkûm ediyorum.
Adres satırı boş: İmza yok. Gönderici bilmem kimin yayınevi, gönderdiğiniz metin onsekiz yaşına girmişler için sakıncalı cümleler barındırmaktadır, tehlikelidir ve çocukların uzanamayacağı yerlere kaldırılmalıdır, gereğinin yapılması hususunda ilgili mekânda tahkikat yapılmasına…
Şimdi sıkı durun: İlke bu satırları okuduğunda kendinden geçmiş bir vaziyette, olan biteni idrak etme çalışmalarına girişmiş, kendini tutamayıp Salim ile birlikte ağlamaya niyetlendiyse de -evi çok uzaktı- bunu gururuna yedirememiştir. Dudaklarından kaçan şu cümle tüm yazar efendileri için ibretliktir: Yazarına ihanet eden her kitap derhal toplanmalıdır, siz erkekler, bizleri durduramazsınız, yaşasın, insanlığını unutan zalim feministler, yaşasın davamız. (Kitap baskı yapmadan tüm meydanlarda yakıldı, haberiniz olsun).
İlke’nin Kitap İçin Biriktirdiği Karalamalardan
İnsan tanımı üzerine çok düşündüm: onun bir hiçten yaratıldığına inanmak zor lakin çamurdan yaratıldığı hissine kapılıyorum bazen. Suratsız biriyim belki de. Tarifsiz bir alıntı yapılmalı burada, hatta bir referans makale, neyse örnek olaylara dönelim; bundan birkaç ay önce ilk yaratılan insanın başından geçenleri konu edinen bir romana rastlamıştım, eski okul arkadaşlarımdan biriydi, kütüphanesinden çalmıştım, o zamanlar kitap hırsızlığı modaydı, vazgeçilmez bir alışkanlığımdı: bu yöntemle kütüphanemi kurup çalışmaya başlamıştım, tam binbeşyüzyirmiiki adet kitabı bu şekilde topladım. Evin her yeri kitapla doldu, bahsettiğim dönem, evlenmeden önceydi, eşim olacak adamın ölümünden birkaç hafta öncesi; bu arada evlenmeyi çocuk oyuncağı olarak görüyordum, haklı da çıktım, her olayda haklı çıkmak kadar sıkıcı bir şey yok, hem gurur hem de acı veriyor. Neyse, insan konusuna dönelim, sonra yanlış anlaşılabilirim, ne de olsa adımız feministe çıkmış. (ha-ha). (kendi kendine güler). Kitabımın konusu bu olacak evet, ana karakteri insan, hayatın ta kendisinden ilham alan bir hikâyeye imza atmalıyım. (Burada eski kaynaklara bak: Nietzsche, Schopenhauer, Stirner yol gösterici olabilir bize, daha çok on dokuzuncu yüzyıl filozoflarına gönül vermeliyim) Kesinlikle aşk romanı olmamalı, bu konuda ilham perilerimi de sesleniyorum: beni yolumdan şaşırtmayın. Not: Bu konuda kesinlikle kararlı ol İlke, sakın vazgeçeyim deme!
İnsan Sarrafından Yazarlara İki Çift Söz
Sarraflık zordur, insan bilimleri üzerine yurt dışında (Oxford mesela) master falan yapmanız gerekebilir, insanlarla uğraşmak (yani insan sarrafı olmak) daha da zordur: İnsanlarla uğraşmana izin veriyorum ama kelimelerle oynamayı bırak, kes şu ateşi, kan kaybediyorlar, onlar senin oyuncağın değil, çocuğun hiç değil, onlara vuramazsın, onlar emanet, tanrının bize emaneti, her şeyin bir onuru var, bu acımasız ve karanlık dünyada ruhumuzun yaralarını sarabileceğimize inanmıyor musun hala, bırak kelimeler yapsın işlerini, cümleler yürüsün ıslak ve yağlı koridorlarımızda, haksızlık etme, yoksa sonumuz kelimeler yüzünden olacak, onlara eziyet etmeye tanrının bile hakkı yok, uyarmadı deme sonra, günahı büyük, ayrıca “ben inanmıyorum da ne demek” ilham perilerini nereye koyacağız peki, onlar olmasa ne yapardık söyler misin? İlke araya girer kendisine atfedilenlere itiraz eder:
Onları gören olmamış. Sadece muharrir tayfasının emrindeler, sanırsak para için çalışmıyorlar, amaçları farklı, daha güzel bir yazar dünyası yaratmanın derdindeler, inatçılar, ne hikmetse onlar geldiği zaman zaman ne mürekkep ne de kalem dayanamaz hemen bitermiş. Bunları kim mi söylüyor? Tabii ki bendeniz, yazar olmaya çalışan bir mürekkep işçisi: kendi çapında bir yaratıcı sayılırım, itiraz etmeyiniz, kabul ediniz, kelimeler tanrıdan koparılmışlardır, onlar tanrının işini yeryüzünde yapan aracılardır.
Tamam, yeter içim şişti. Çok zormuş yazmak. Tamam, sorduğuma pişman oldum. Yeter sus. Cevabını aldı Salim, bu aşk romanı yazmaya benzemez arkadaş, anladın mı? Sulu aşk romanı yazmayı tercih etseydim şu ana kadar bana ait külliyatlarım olurdu, şimdi anladın mı neden bu kadar beklediğimi, ince eleyip sık dokuduğumu? Şu an elimde bu saydıklarımın dörttebiri bile yok ve elimdeki evrak sayfa sayısı: sekizbinyediyüzkırkbirbeş. Sırf bu iş için muhasebeci tuttum, evet ciddiyim gülme: -(Ha-Ha) Salim kıkırdar. (Salim’in soy ismi Kıkırdar değil, onun soy ismini bilen yok, İlke biliyor ama söylemiyor, gizli bilgi, devrimciler en basit bir olayı bile beyin ameliyatına çevirmeyi bir meziyet sayarlar). Her şey o kadar zor ki, hayatın kendisini yaşamak bile ciddi bir mesai (saat başı ücretlendirmeye tabi) istiyor, üzerine titremeli hastalanmasın diye her gece üstünü örtmelisin. İlaçlarını aldığından emin olmalı, altını değiştirmeli, uykusuna dikkat etmelisin. Yaşamak budur Salim Bey duydunuz mu, o şakaya gelmez. Salim vurdumduymaz. (yine bir karışıklık olmasın soy ismi bu da değil). Gözleri kapanmak üzereyken İlke’nin ses desibeli arttı. Hayat devam ediyor hayaller kuran Salim, sana söylüyorum heeeey. Ben bir yandan senle, bir yandan kendimle, bir yandan da yazma olayıyla ilgileniyorum. Asıl gözleri kapanması gereken biri varsa o da benim! Senin uyumaya hakkın yok. Uyumak için önce yorulmalısın, gözlerine kan inmeli, tansiyonun düşmeli, aç kalmalı, hastalanmalı, tüm organların acımalı, etlerin sızlamalı, kalbin sıkışmalı, kan şekerin düşmeli, kısaca hayatla bağını yitirmelisin. Uyku bunu gerektirir onun özel şartları var, onları hayata geçirmen lazım. Uyumak için ağır bedeller ödeyen insanlar tanıdım, dedi İlke. Bu iş o kadar kolay değil Salim. Kendine çeki düzen ver artık, bir konu hakkında ahkâm kesmeden önce biraz etrafına bak, insanların hareketlerini iyi gözlemle, yazık değil mi onlara? (Salim inanmakta tereddüt ediyor ve içten içe kısık kısık sırıtıyor). Yapma, bunu kendine yapma, kendini yorgun hissettiğini biliyorum ama ne olur bana inan, ben senin faydalanman için bazı görüşler ileri sürüyorum sense gülüyorsun, içinden gülenleri hemen fark edebiliyorum, kaçamazsın, bunu yapma, (İlke asabileşiyor, onu hiç böyle görmemiş Salim) bir bayan olarak bu konuda sana hak vermiyorum. İlke, bu haliyle tam bir feministe benziyor, benzemek ne kelime Salim, ona hep bu konuda yüklenir: “sen bir erkek düşmanısın, erkeklerin hepsini cehenneme yollamak isteyen bir dişi şeytansın, sana hiçbir zaman inanmadım, inanmayacağım da, inatla sana karşı muhalif olduğumu her daim haykırdım, ne dersiniz komutanım, sizce de bir madalyayı hak etmedi mi bu kızcağız.” Komutan düşünceli, gerçeklerle yüzleşmeye alışkın değil, emekli bir general olarak her şeyin emir komuta zincirinde olması gerektiğini düşünüyor ama sivil hayat böyle değil komutan, İlke araya girer: Siz erkekler ve onların erkek çocukları ve onların torunlarının torunları, dayıları, enişteleri, babaları, kayınçoları, abileri… Hepinizin Allah belasını versin, lanet yaratıklar, ne zaman tanrı sizi yanına alacak merak ediyorum! Hemen alsa iyi olur çünkü yazılması gereken bir kitap beni bekliyor, zamanım az, işi ağırdan alıyor, acele etmeli, yoksa o da bir erkek mi? Olabilir, neden olmasın dedi Komutan. Tanrının erkek olma ihtimali herkesi derin bir düşünce haline sevk etti. Hayır, hayır olamaz, tanrı yaratıcıdır, doğurgandır, bize böyle öğretildi, bu yüzden de dişi olmalı. İlke feveran etti. Sustu. Bilindik bir susma eylemiydi. Komutan, tanrının askeri, Salim erkek, İlke ise feminist olduğunu düşünerek hep birlikte hayale daldılar. Hayaller… Tanrının icadıydılar, bilmiyorlardı, öğrendiler, hem de yaşayarak: Tanrı, en büyük hayalperesttir.
Bu kez ağlamadan ayrıldılar. Salim’in not defterinden birkaç satır tanrının rüyasına girdi:
Bir erkeğim; tanrının yarattığı bir erkek… Ancak kadınlara karşı saygılıyım, annem mesela, onu severim, ama babamı (çok denedim) sevemedim, çünkü onda tanrısal bir şeyler vardı, kutsal olan her şeyden korkuyordum, tıpkı tarih kitaplarında olduğu gibi her meydan muharebesinde tanrıya yeniliyordum. Bu yüzden ne tarihi ne de tanrıyı sevemedim. Huyum kurusun ki o da beni sevmedi. Ne yapalım kaderim böyleymiş komutanım, isterseniz bu notu saklayın, ya da durun, yakın, kimse okumamalı, insanlığa çok faydalı şeyler yazamıyorum ne zamandır, evet evet, kimse bilmesin, bunları yazdığımı tarih kitaplarından silin. İşte benim en büyük hayal kırıklığım: hiçbir zaman yaptığım şeylerle övünemedim İlke, buna ne sen, ne de tanrı izin vermediniz. Gözü kör olası kader burada da karşıma çıktı. Neyse. Uyumalıyım artık, belki rüyam da beni rahat bırakırlar. Zor ama denemekte fayda var komutanım, ne yapalım Salim’in de sırtındaki yükü bu, o böyle doğdu, derseniz gücenmem. Sağlıcakla kalın, adresimi biliyorsunuz, bu notu bulduğunuzda bir sigara yakın, önemli yerlerin altını çizin: Bu sizden son ricamdır.
Can Murat Demir