1922-1926 yılları arasında Weimar Almanyasının çok zor günlerinde yazılan Sein und Zeit hiç kuşkusuz herkesin kendini ölçü alarak okuyacağı ve kendine göre anlamlandıracağı göreci-sofist bir düşünce yapıtı olma savında değildir. Kişinin kavramlara yüklediği öznel tasarımlara bağlı olarak her okumanın belli bir ölçüde göreci olmasının kaçınılmaz olmasına karşın, Heidegger’in istediğinin bu olduğu söylenemez: Heidegger “gerçeklik”ten, “bilim”den, “yöntem”den söz eder ve bu kavramlar kendilerinde her tür kişiselliği ve öznelliği aşarlar ve nesneldirler, aslında saltıktırlar. Ama bu görüngüdür, aldatıcıdır. ‘Tüm gerçeklik insan ile, Dasein ile görelidir’. Bu fenomenal bildirim sofızmin ‘(bireysel) insan her şeyin ölçüsüdür’ görüşünün modern bir türü olarak görünür. Her şeyi kesintisiz bir akış durumunda tutan, sürekli bir değişim, sürekli bir yenileşme süreci yaşayan, sağlam, dingin, tözsel hiçbir şeye izin vermeyen anamalcı modern toplumun bireyden zorla istediği etik ve estetik göreciliği temellendirmede, düşünmek isteyen kafanın gerilimini yatıştırmada Batıda çok az yapıt böylesine etkili olmuştur. Bir zamanlar varoluşçu tin Heidegger’i büyük esin kaynağı olarak kabul ettiği zaman, bu hiç kuşkusuz bir abartma değildi. Hiçliğini kabullenmeye çok istekli bir bilinç biçimi insanın kendisinin saçına olduğunu ileri sürdüğü zaman, onun saçmalıktan özgürleşme isteminin kendisi de saçmalaşmaya başladı. Şimdi sonunda insanın anlamlı, değerli, ussal bir varlık olmadığını anlayan postmodernist ruh Heidegger’de kendinin bir parçasını bulduğu zaman, bunun nedeni onun fenomenolojik yönteminin usu tarihsel-toplumsal bir kurguya çözündürme çabalarına etkili katkılarda bulunmuş olmasıdır. Heidegger için insan ‘ussal’ değil ama ‘konuşan bir dirimli varlıktır.’
Heidegger’in fenomenolojik yönteminin evrensel bir anlaşılırlığa götürmesini beklememeliyiz, çünkü evrensel kavram yerine bireysel sözcüğü, nesnel ussal çıkarsama yerine öznel etimolojik bağıntıyı izlemesi bu ikincilerin doğalarındaki olumsallıklardan ötürü büyük ölçüde kişisel, öznel, göreci yorumlama girişimlerinde sonlanır. Metnin “çevrilemez” olduğunun düşünülmesinin, ya da örneğin Enc. Britannica (1984) tarafından “almost unreadable” olarak görülmesinin nedeni de yine büyük ölçüde sözcüklerin değişik dillerdeki türeyişlerinde eşitsiz süreçler ve yapılaşmalar içinden geçmeleridir. Gene de etimoloji Sein und Zeit‘ın başlıca özgünlüğü değildir ve çoğu kez felsefi önemleri olmayan sözcük oyunlarından öteye gitmez. Örneğin öznel-duyusal ‘algı’nın ‘gerçeklik’ ölçütü olarak seçilmesi bile antik Yunanca’da yapılan dil çözümlemelerinden ve kök-anlam saptamalarından çok daha önceden belirlenmiş olması gereken kuramsal bir ön-vargıdır. Etimoloji bir yana bırakıldığmda, yapıta özgü iyi bilinen anlama güçlüğünün giderilmesi onu Heidegger’i yoketmeyi istediği Klasik Felsefenin ölçünleri ile çözümleme çabasının başarısına bağlıdır. Aslında yapıtın özsel amacının Klasik Felsefenin Varlık üzerine örttüğü kavramsal perdeyi kaldırmak olduğunu, ve bunun için “Felsefe Tarihinin kendisini yok etmek”, “varlıkbilimin tarihini yok etmek” gibi görevlerin üstlenildiğini dikkate alırsak, yok edilecek olan Klasik Felsefe üzerine yeterli bir bilgi olmaksızın herhangi bir anlaşılırlığın olanaksız olduğunu kabul etmek zorundayız. Gerçekte hem yapıtın sözde güçlüğü, hem de buna karşın böylesine popüler olması hemen hemen bütün bir okur kitlesinin Klasik Felsefenin kurgul/kuramsal doğası ile tanışık olmamasına bağlıdır. Ama eğer Klasik Felsefe bugüne dek varoluşun anlamı üzerine bir şeyler saptayabilmişse, eğer us bilme yeteneğinde ise, eğer Parmenides’in ileri sürdüğü gibi Düşünce ve Varlık bir ise, fenomenolojik nihilizmin, aslında başka her nihilizmin varoluşu bu klasik birikimin kendisinin üstünün açılmamasına, doğal bilincin kendisi üzerine bilgisizliğinin ve kendini umursamazlığının sürmesine bağlıdır.
Felsefi bir çeviri (Heidegger metinleri dışında) özsel olarak özgün dildeki sözcüğün ilettiği kavramı yakalamayı ve onu yeni dilde uygun bir sözcükle yeniden sunmayı amaçlar, çünkü yazar (giderek görgücü, çözümlemeci yazar bile) dili değil ama düşünceyi, sözcüğü, değil ama kavramı birincil sayar. Heidegger ise kavramı bir yana bırakmakla kalmaz, ama giderek sözcüğün doğal dildeki yapı ve anlamını bile gözden çıkarır, onu sözel olarak, etimolojik olarak okur ve bu yolla sözcükler arasında kavramsal değil ama fenomenolojik bağıntılar kurar. Heidegger çevirisinden bunları düzeltmesi değil, ama yansıtması beklenir. Yine, okur özgün metne fenomenolojik olarak bakabilir, ve etimolojik bağıntıları ve ilgileri kendi gözleriyle algılayabilir, üstelik bu dil ile yeterince tanışık olmasa bile. Fenomenoloji böyle bir koşut-metin yardımını özsel olarak gerektirir, çünkü metnin çevrildiği dil doğallıkla her durumda aynı etimolojik yapılanışları göstermeyecek ve özgün metindeki fenomenolojik incelikleri ancak sınırlı olarak ve yer yer yansıtabilecektir.
Tüm bunlara karşın, Heidegger’in metni sık sık bütünüyle hafif, aslında akıcıdır. Giderek takılarla, ilgeçlerle, ikircimlerle ve çoklu anlamlarla oynamalar sık sık herhangi bir felsefi ton bile taşımazlar.
Ama çalışmada dizgesellikten olmasa da genel olarak bir bütünlükten söz edilebileceği düzeye dek, bunu tanımlayan kavramları ilişkilendirmek bütünüyle başka bir sorundur. Anlamak sözcüğün kavrama bağlanması üzerine dayandığı ölçüde, sözcüğün düşünceyi ilgisiz. kavrama götürmesi anlamayı zorlaştırmada değil ama olanaksızlaştırmada sonlanır. Ve çözüm sık sık sözcüğe kavramına ilgisiz anlamlar yüklemekten, düşüncede yeni ama yapay bağıntıları üretilmesinden geçer. Heidegger’in metni bu tür geçersiz bağıntılarla dolup taşar ve bunların başında ‘fenomen’, ‘gerçeklik,’ ‘Dasein,’ ‘logos’ gibi yeniden tanımlanan sözcüklerin kendileri gelir. Bu konuda çevirinin yapabileceği hiçbir şey yoktur: ‘Şunu demek istiyor’ gibi bir düzeltmecilik hiç olmazsa çevirinin hakkı değildir. Böyle bir metinde sözcük kavrama okurun öznel yeğlemeleri aracılığıyla ulaşır, ve ortaya çıkan anlamlar türlülüğü hermeneutik düşüncenin doğasına hiç de aykırı değildir. Heidegger’e dek hiç kimse etimolojinin gerçekliğe götüren yolu döşeyeceğini düşünememiştir. Anlağı kitleyen, zaman zaman hayrete ve hayranlığa düşüren, giderek belki de gizemci yollara ayartan bu yöntem Sein und Zait‘ı genç Jürgen Habermas’ın sözleriyle “das bedeutendste philosophische Ereignis seit Hegels Phanomenologie,” ve Heidegger’i bir düşünce Titanı yapan şey olmalıdır.
Aziz Yardımlı, 2004, İstanbul