Otuz yaşında. Volga kıyılarında doğmuş, ama ailesi Moskovalı. Resim ve müzikle yoğrulmuş bir şairler, entelektüeller ailesi. Tarkovski, ‘Sovyet Yeni Dalgası’ dediğimiz saflarda sınıflandırılabilir. Peki, nasıl olmuş da sinemayı seçmiş?
“Bir süre Doğu uygarlığının sorunları üzerine eğitim aldıktan sonra, iki yılımı Sibirya’da jeolojik araştırmalar alanında çalışarak geçirdim, sonra Moskova’ya döndüm. Orada Moskova Sinematografi Enstitüsü’ne girdim, Mihail Romm‘un öğrencisi oldum.
Diplomalarımı 1961 ‘de aldım. İki kısa film yönettim; birisinin adı Silindir ve Keman’dı. Kısaca bahsedecek olursam bu film, Mosfilm’de çalışmaya başlamadan, Ivan’ın Çocukluğu’nu yönetmeden önceki eklektizm
denememdi.”
İlk filminizde ne anlatmak istiyordunuz?
Savaşa karşı duyduğum bütün nefreti aktarmak istiyordum. Çocukluk temasını seçtim, çünkü çocukluk savaşla en fazla çelişen haldir. Film bir plan üzerine inşa edilmiyor, savaşla çocuğun duyguları arasındaki karşıtlığa dayanıyor. Bu çocuğun bütün ailesi öldürülmüş. Film başladığında çocuk savaşın ortasında.
Filme, kendi kişisel deneyiminizi de kısmen yedirdiniz mi?
Doğrusunu söylemek gerekirse, hayır, çünkü son savaş sırasında ben çok küçüktüm. Dolayısıyla, yaşadığım deneyimleri tercüme etmeye çalıştım, çünkü bu, unutamadığımız, hiçbirimizin unutamayacağı bir savaş.
Filmi hangi koşullarda çektiniz?
1961 yılının yazında dört ay boyunca çekim yaptım, yaklaşık iki ayını da montaja ayırdım. Film 2,5 milyon rubleye mal oldu, bunun da ortalama bir bütçe olduğunu söyleyebilirim.
Sizin Sovyet film yönetmenlerinin yeni dalgasına ait olduğunuz söylenebilir mi?
Söylenebilir tabii, ama ben bu tür şematik tanımları sevmiyorum. Ben de en az sizin kadar sevmiyorum, ama Sovyetler’de yapılan film üretimi içinde nereye oturduğunuzu anlamaya çalışıyorum. İsterseniz, Rus sinemasının size ne ifade ettiğini anlatın.
Sizce Rus sinemasına en fazla hangi yönlerden bağlısınız?
Bugünlerde SSCB’de birbirini fazla rahatsız etmeden paralel yollar izleyen farklı eğilimler mevcut, ben de kendimi bu şekilde konumlandırabiliyorum. Örneğin, Gerasimav akımı, her şeyden önce hayattaki hakikati arar. Bu akımın çok fazla etkisi, birçok takipçisi olmuştur. Kendilerini yeni yeni tanımlamaya başlayan ve modernmiş gibi görünen iki akım daha var. Ikisinin de kökenieri 1930’lara götürülebilir. Fakat bu iki akım ancak SBKP’nin 20. Kongresi sonrasında kendilerini özgürleştirip geliştirebilmişlerdir, bu akımların kilit altında kalmış enerjileri ancak bu tarihten sonra serbest kalabilmiştir.
Peki, bu iki akım nelerdir?
Biri, örneklerini Çukray’ın Ballad of a Soldier’ı (Bir Askerin Türküsü) ile Mihail Malik’in The Man Who Followed the Sun’ında (Güneşin Peşine Düşen Adam) gördüğümüz ‘şiirsel sinema’ dır. Güneşin Peşine Düşen Adam, Lamorisse’in The Red Balloon’uyla (Kırmızı Balon) karşılaştırılabilir, ama bence ondan daha üstündür. Ben kendimin şiirsel sinema akımı içine yerleştirilebileceğine inanıyorum, çünkü anlatı bakımından katı bir gelişme çizgisi ve mantıksal bağlantılar izlemiyor, kahramanın eylemlerine gerekçeler aramaktan hoşlanmıyorum. Sinemayla ilgilenmemin sebeplerinden birisi de, sinema dilinden beklediğim şeye denk düşmeyen bir sürü film görmüş olmam.
Öte yandan SSCB’de bir de, ‘entelektüel sinema’ dediğimiz, Mihail Romm’un sineması vardır. Kendim de bir süre onun öğrenciliğini yapmış olmama rağmen ‘entelektüel sinema’ hakkında bir şey söylemek istemem, çünkü bu sinema türünü anlamıyorum. Tabii ki bütün sanatlar entelektüeldir, ama bence, bütün sanatlar -hepsinden de fazla sinema- her şeyden önce duygusal olmalı ve kalbe hitap etmelidir.
Genç Sovyet sinemasının evriminin şiirsel harekete paralel bir çizgide gerçekleştiği kanısında mısınız?
Benim düşüncem bu yönde değil, çünkü Sovyet şiiri, genç sinemadan daha farklı bir zemin üzerinde gelişiyor. Tabii ki ortak noktalarımız var, ayrıca o sanatçılarla da aynı yaş dilimindeyiz. Ama ben kişisel olarak Yevtuşenko’ya katılınıyorum mesela, bence onun, bakış açısını daha doğrudan ve duygusal bir yolla ifade etmesi gerekiyor. Sonuçları nasıl olacak, bunu bilemesem de, ben duyguların yolunu tutmak istiyorum. Yevtuşenko’nun empatik yaklaşımına karşılık ben az ve öz olmayı, daha yoğun bir ifade biçimi kullanmayı tercih ediyorum.
Bu sıralarda SSCB’de sinema krizi var mı?
Kesinlikle yok. Sinemalar her filmde tıklım tıklım doluyor, hatta sinema salonu sıkıntısı çekiyoruz. Kriz olmamasının bir sebebi, televizyonun henüz bir rekabet yaratamamış olması. Televizyonun işlevi sinemanın işlevinden farklı ve o kadar önemli de değil. Şurası kesin: Televizyon henüz SSCB’de yolunu bulamamış durumda. [Her söyleşinin kapanış ritüeli olan o soruyu sormama kalmadan, Andrey Tarkovski kendiliğinden, çok sevdiği bir projeden söz
etmeye başladı.
On beşinci yüzyılda yaşamış Rus ikona ressamı Andrey Roublev hakkında bir film yapmayı düşünüyorum. Bu ressamın yaşadığına dair elimizde neredeyse hiç belge yok, yalnızca birkaç çalışmasını biliyoruz. Bunlardan birisi olan Moskova’da Tretjakov Galerisi’ndeki Trinity (Teslis) bana böyle bir film yapma fikrini verdi. Bu ikonayı gördükten sonra, o korkunç yıllarda, Dimitri Danskoy döneminde hayatın nasıl olduğunu düşündüm. Mesele tarihi bir film yapmak değil, eserleri zaman içinde muazzam önem kazanmış bir ressamın yeteneğini açığa çıkarmak. Zaman ile sanatçı arasındaki ilişkileri, bir insanın nasıl olup da soyut bir Teslis fikriyle hareket edip hepimiz e insanlığın kardeşliğini hissettirebildiğini göstermek için zamanın geçişini dokunarak hissedilebilir kılmaya çalışıyorum. Fakat gerçeklik de her koşulda zihnimde canlılığını koruyor.
Röportaj: Patrick Bureau, 1962