Açılış: Sıfır felsefe.
‘Hiçbir çıkış noktam yok’, demek isterdim ancak bu sözcükleri düşünen ve yazan biri var; demek ki çıkış noktam benim, Kendim. Öyleyse kendimden başka hiçbir çıkış noktam yok. Ve her başlangıçta söze kendimle başladığım gibi dönüp dolaşıp yine kendimle bitireceğim sözü. Başlangıç ve son arasındakiler ise oluşlar olacaktır, kendi oluşlarım, kendimi giysilere giydirişlerim, kendimi adlandırışlarım, kendimi kendimden kopartarak uzaklara fırlatıp ve bir süre uzağı seyretmek, uzağı yaşamak –uzaktaki kendimi.
‘Sayfayı kirletmemeye çalışacağım’, demek isterdim ancak her sözcük yapısı gereği kirden beslenir. “Başlangıçta söz vardı.” Bunun çevirisi şudur: Söz başlangıcın kirletilmişliğidir. Düşünmek kaybolan masumiyetimdir, öyleyse. Ve öyleyse düşünmek hüznümdür. Süreli ve tekrarlamalı; aralıklı ve kendini tekrarlayan. Aralıklarda sükûnet olurum. Issız ve tenha. Karanlık. Ve Hiç. Ve yavaş yavaş duyumsatır kendini, gelir yine ve giysim olur. Karalara giyindirir beni –kaybettiğim beyazın matemidir bu. Çekici ve ölümcül bir kadındır: Melankolia. Kişisel hüznümün evrensel adı.
‘Hüznü ve neşeyi terkettim’, demek isterdim ancak melankoliyle her eşleşmem ve ardından ondan her kopuşum bir yanılsama olarak beynime çarpıyor. Sürekli tekrarlanmaktayım, sürekli tekrarlanıyorum. Bir ourobouros örneğindeki gibi kuyruğumu ağzıma alır ve yeniden başa dönerim ve her başlangıçta bir tabula rasa yaşarım. Henüz Ben olmayan, iç ve dış dünyayı ayırd etmeden yaşayan ve cinsiyet giysisi taşımayan bir bebek örneği. Ben demeye başladığımda masumiyeti ezerek dış dünyaya atılırım ve bir daha asla dönemem kendime. Her ‘dönüş’ sandığım nokta yitirdiğimin gölgesidir, yalnızca bir karartı. Her uyanışımda insanın dehşetini görmekteyim ve dehşete düşmekteyim. Çaresizce kuyruğumu kemirerek kendimi tüketmeye başlarım. Her tükenişim bir başlangıcı müjdeler: Hüznün müjdesi. Her sadeliğim, her yalın halim dehşete dalacağımı müjdeler. Sûkunet olduğum anlar birer kırılmadır; o anlarda bir huzur dalgası yakalar içimi, mutlu olmayı tadarım.
‘Yalnız değilim’, demek isterdim ancak yalnız-oluşu kozmosun bir ilkesi olarak düşünmekteyim ve ancak an’larda yalnız değilim, bu da kaosun bir enerjisidir diye düşünmekteyim. Şöyle de demek olanaklı: Ben yalnız doğar ve yalnız ölür; yalnız da yaşar. Oluş-kalabalığında hallere girer, hallerde ikileşir, üçleşir, beşleşir. Haller yalnız-oluşu unutturabilir –geçici olarak. Yalnız olduğunu ebedi unutan gerçek aptaldır.
‘Dekanden-olmayan bir yaşam olacaktır’, demek isterdim ancak yalan söylemiş olurdum. İnsanlık dekandendir, insanlık hastalıktır, çöküştür, yıkılmadır; insanlık çöküşün daima tekrarıdır, insanlık etleri dökülmüş iskelettir; bir Üstinsan olarak imgelerimdeki yaşama evet deyip harekete geçsem de, bir Biricik olarak iskeletler üzerinde ölüm dansına dalmaktan başka şansım yok. Ve bedenime dökülen varlığın zehirli şarabı benim de etlerimi iskeletleştirmekten başka bir sihir içermemektedir. İnsan, kanı zehirli ve eti bitli bir ölü düşüncedir! Israrla söylemeliyim: İnsanın ürettiği her bir düşünce kan emici çirkin bir bitten başka bir şey değildir. İnsan kemirgendir, kendi düşünceleriyle bilemiş azı dişlerini göstererek kendi kemiklerini öldüresiye kemireceğini müjdeleyen bir devasa bittir. Bu, insanın en zeki versiyonudur.
‘Düşünmek bana teselli veriyor’, demek isterdim fakat her düşünce, içinde bir tuzak sakladığını pek yakından öğretti bana; ardını seyretmek için kemirmeye yeltendiğim her birinin beni içten içe kemirdiğine şen-hüzünlü gülümsemelerimle tanık oldum. En görkemli olanları, en büyüleyici olanları birer karabasan olarak çökerler gırtlağına ve rengârenk giysiler örterler teselli aramaktan yorulan yalın tenine; her biri kendi içinde cehennem besleyen bir cennet suratlıdır, ütopya vaat eden bir anti-ütopyadır.
‘Hakikat vardır’, demek isterdim fakat bu, söylediğim yalanlar hiyerarşisinde en tepede olurdu. Varlık –bireyi meşgul eden temel sorudur, Hiç –meşguliyeti sorgulayan temel bilinmeyendir, varoluş bu iki kemirgen arasında bocalayan bireyin temel sorunudur. Ve: böyle kalacaktır –hep.
Ve:
‘Âşk yok’ demek isterdim fakat ancak âşktayken Kendimi Kendimin doruğunda yaşıyorum; öleceğimi bilerek ve ölmeden önceki çırpınışlarımı, kendimi yere vuruşlarımı, kafamı delip geçen tutkulu ve hüzünlü sözcüklerin beni diri diri yakacaklarını bilerek; ruhumda yazdığım âşk ve ölüm konçertosunun beni kendi ritmiyle melankolik dalgalarda boğduğu halde, tüm simetrik biçimlerin ve monotonik düşüncelerimin bir karmaşada, bir ilahi kaosta parçalanarak dağıldığını duyumsadığım halde.
Bir sükûnet yaşıyorum, bunu söyleyebilirim. Ağır ve sert melankolik halkaların beynimde ve yüreğimde kırılmaları, aradaki karartılar, küçük ama güçlü karanlıklar. Herşeyin tekrarıdır –yaşam. Hiçbir yeni olmayacaktır; her yeni eskiyi tekrarlar –başka suretlerle. Hüzünlü bir huzur yaşamaktayım. Bunda bir güzellik var. İşkenceyi uzatabilen bir güç. Amor fati bakışımın bir dalgasıdır –belki. Kaosun bir hüzünlü huzuru. Komedileşmekte olan tragedyanın son bölümü. Dionysos hiç yaşamadı.
H. İbrahim Türkdoğan
Düşünbil/Libido / Bilim ve Düşün Dergisi / Sayı: 44 / Kasım – Aralık 2014