Bazı yazarların üretimleri birbirini tamamlar ya da ikame edecek niteliktedir. Bu nitelik aslında daha çok sosyal bilimler alanında geçerlidir: yani daha çok “insani” bilimlerde… Weil kitapları da bu türden. Tüm tasavvur dünyası tek bir şey üzerine yoğunlaşıyor: Allah Aşkı. Weil, yaradılışın kökenine Aşk kavramını yerleştiriyor. Tipik bir sufi tavrı bu, daha önceki yazımızda Weil külliyatının Tasavvuf düşüncesi ile paralelliğinden bahsetmiştik.
(Bkz. Kişi ve Kutsal: Hakikat ve İnsanın Trajik Öyküsü)
Simone Weil külliyatından başka bir metin daha hakikat arayışımızda bizlere eşlik ediyor: Allah Üzerine Düzensiz Düşünceler: Bu metin bir önceki Kişi ve Kutsal’a nispetle daha soyut ve manevi derinliği olan bir kitap. Haliyle, metni anlayabilmeniz için bazı teknik terimlere hâkim olmanız en azından birkaç tasavvuf klasiğini devirmiş, sözlük karıştırmış olmanız gerekmekte. Bu okuma öncesi asgari şartlara Weil’in kişisel karakteri ve tecrübelerini de katarsanız bir hayli zor bir eser karşımızda diyebiliriz.
İstemeler Dünyası ve “Allah Aşkı”
“Tanrıya inanmak sadece bize değil, aşkımızı sahte tanrılardan korumamıza da bağlıdır.”[1] Müellifimiz dürüst bir insan bu yüzden ne düşünüyorsa onu yaşıyor, ne hissediyorsa onu yazıyor. Bu bağlamda bu alıntıyı ilk sıraya aldım.
Alıntıda oldukça net bir şey savunuyor Weil ve insanın tek bir şekilde mutlu olabileceğinden bahsedip şuraya varıyor: ‘İnsan ancak Tanrıya bağlanan sonsuz aşkla mutlu olabilir.’ Weil, mutlu olmanın biricik kaynağını Aşka bağlıyor; peki tam aksine Mutsuzluğun altında yatan nedenler nelerdir? Weil tek tek bu etkenleri saymasa da kitabın alt metinlerde bunu okumak zor değil. Konuyu biraz açalım:
Âdem bu dünyaya atılmıştır, Tanrıdan kopuşu (uzaklığı) da imleyen bu trajedi insanın negatif ruhsallığından kaynaklanmıştır. Bildiğimiz gibi Âdem ile Havva bir trajedi kahramanlarıdır: Ne zaman ki arzu ve istekleri salt kendilerine yönelmiştir, iş o vakit Tanrı tarafından cezalandırılmışlardır. Tüm dinlerde ortak olan Âdem ile Havva trajedisinin kökenine bakarsanız orada tek bir şeye rastlarsınız: İstemeler dünyasının Ruh üzerindeki egemenliği.[2] Yani “Ego” yani “Ben.” Bu iki illet dünyanın gidişatını belirlemekte insan hayatını bir cehenneme çevirmektedir. Weil, konuyla ilgili şunları söylüyor: “Uzun süreden beri kimse yalnız, sade ve süssüz bir hayatla tatmin olmuyor, her an başka şeye arzu duyuyor. Şeyler için yaşıyoruz.” Bir derviş gibi fakrı öven bir söylem değil mi? Sade bir hayat lakin güçlü bir Allah Aşkı; işte Weil’in hayat felsefesi bundan ibaret. Dünyaya ve gidişata baktığımızda bunu görememek mümkün değil: İnsan ıstırabının ve onunla paralel ilerleyen madde aşkının sonu yok. İnsan hep ister, zira ölüm vardır, ölüme hazırlık maddeye olan aşk tam zıttı bir ruhsallığı salık verir. Ruh bu iki güç arasında sıkışıp kalmış, aciz bir haldedir. İnsanın varoluş amacı tam da burada kendini açık etmektedir.
Tanrı aşk ile ve aşk içinde yarattı.[3]
Sonsuz Arzular ve Sonlu İnsan
İnsan arzuları sonsuzdur, zira mutlu olabilmek için bu arzuların doyurulmaya çalışılması nafiledir. Bu bağlamda insanın mutluluğu da imkânsız görünmektedir. Weil bu paradoksal varoluş düzlemi idrak etmiş bir filozof. Sonsuzlukta akıp giden istemelerimiz –ki bu istemeler tatmin edilse dahi– mutsuzluğumuzun asıl kaynağıdır, bu aşikâr. Çünkü bir arzuyu tatmin ettiğinizde bir diğeri başlar bu sonsuz sayıda tekerrür eder. Burada mutsuzluğumuzun asıl kaynağını buluruz, sonsuz sayıdaki arzuların sonlu bir varlık karşısındaki galibiyeti kaçınılmazdır: insan mutsuzluğunun kaynağı işte bu noktada toplanır. Son tahlilde insan mutsuzluğa mecburdur zira çözümü kendiliğinden yani benliğinden çıkmasıyla (onu fethedebilmesiyle) aşılabilir. Bu paradoksun nihai çözümü Weil’a göre ancak Allah ile irtibat sayesinde çözülebilir. Bu konu hakkında: “Sürekli, tatmin etmeye uğraştığımız hazlarımızın peşinde koştuğumuz yeter, zira tüm bunların sonunda yine hoşnut olmayacağız” diyen Weil yukarıda açıklamaya giriştiğimiz paradoksal durumu özetleyip, sonsuz olanın karşısında ezilip bükülen insanın artık bu duruma son vermesini öğütlüyor. Vuku bulan “tatmin” yaşam gayesinin de yitirilmesini beraberinde getirir. Bu şu demek: peşinden koştuğunuz, hayatınızın tam ortasına konumlandırdığınız şey gerçekleştiğinde artık hiçbir gayeniz kalmayacak ve tekrardan boşluğa düşeceksiniz: kısaca haz sonlanmış olup, kendi kendisini iptal etmiş olacaktır, akabinde insan bedbahtlığına tekrar geri dönecektir. Sonuç olarak; insanın maddi âlemde amaçladığı, ya da tatmayı arzu ettiği şey (vuku bulduğunda) onu mutlu edemez. Weil kendi cihetinden şöyle bir yorum yapar: “Örneğin devrimciler kendilerine yalan söylemeyi bıraktıklarında, esasında devrimin gerçekleşmesinin onları mutsuz edeceklerine vakıf olacaklardır. Zira devrim ile onlar yaşama amaçlarını yani hazlarını kaybederler.”
“Kötülük” Problemi
Weil metinlerinde sürekli zikredilen “Allah Aşkı” çok kişisel ve muğlak olarak bahsi geçen bir kavram? Bu kavram kanımca Weil külliyatına entelektüel yaklaşımın ana eksenini oluşturmalı. Diğer yandan Aşk kavramının Weil’in zihnindeki tanımını saptayabilmek oldukça zor fakat Kötülük kavramıyla ilişkisinden hareket ederek birkaç veriyi okuyabilmemiz mümkün görünüyor.
“Kötülük” kavramı çok çetrefilli ve oldukça geniş kapsamda değerlendirilmesi gereken bir kavramdır, gerek teoloji, gerekse felsefenin başını ağrıtan konuların başında gelir. Özellikle kötülüğün ilahi olarak karşılığını araştıran Teodise çalışmaları bu yönde zihin açıcı olabilir. Manevi ilimlerde kötülüğe bakış tarzı ve olan biteni anlamlandırma kabiliyeti kişisel tekâmül ile belirlenir. Bu şu demektir: Kötülük Allahtan uzaklaşmanın bir diğer adıdır, yani kötülük diye adlandırdığımız şeyler aslında dünyevi bir yorumlamanın ürünüdürler. Biz madde âleminde yaşarız ve tüm oluş ve bozuluşları bu cenahtan yorumlarız, bu hastalıklı bir yorumlamadır çünkü maneviyattan yoksundur. “Dünya üstünde, çeşitli kılıklar içerisinde gördüğümüz kötülük, Tanrıdan uzak oluşumuzun bir işaretidir” diyen Weil aslında ortada bir kötülüğün olmadığını sadece yorumlayanın eksik olduğunu bize bildiriyor. Başımıza gelen kötülüklerin faili, İlahi düzen içinde yaşamayı bırakmış, ondan yüz çevirmiş insanın icadıdır. İnsanoğlu, Tanrıdan koptuğu andan itibaren günaha ve kötülüğe doğru sürüklenmektedir. Önemli olan iyiliğin ve kötülüğün arasında Tanrıyı bulmak ve bu mesafeyi aşkla ortadan kaldırmaktır. “…zira onlarda hakikattir ve tüm hakikatlerin ardında Tanrı vardır” (A.g.e. syf.15). Weil, Tanrı ile aramızdaki mesafenin –kötülüğün– aslında Benlikten güç aldığını da ekliyor ve bu mesafenin uzamasının görebilen için bir işaret olduğunu söylüyor. Kısaca ‘olan biten her şey, İnsanın iyiliği içindir’ tezini öne sürüyor. Buradan anlıyoruz ki Benlik terkedilmedikçe Tanrı ile aramızdaki mesafeyi kat etmemiz mümkün görünmüyor. Kötülük ya da Benlik denilen insan hastalıklarının tek bir ilacı var; o da Allah Aşkı.
İnsanın varoluş planında mertebesi ya da başarısını neye göre ölçmeliyiz? Pek tabi, kötülüğe karşı direnç koyup kendisini ne kadar iyiliğe yaklaştırdığı burada belirleyici olacaktır. Ayrıca varoluşun düalist yapısı gözden kaçırılmamalı. İyi varsa kötü vardır, sıcak varsa soğuk vardır; sonuç olarak evrendeki oluşların kökenini daima negatif ve pozitif güçlerle açıklamak durumundayız. Bu sürece varoluşun diyalektiği de diyebiliriz. Hal böyle olunca, özgür iradeli bir insan kalkıp kötülük uğruna her şeyi göze alabilir, ya da tam aksini. Bu gözlemler oldukça müspet gözlemler.
Kötülük hakkında Weil’a yakın bulunan St. Augustinus’un görüşlerine kulak verelim:
Tanrı iyidir ve mutlak anlamda, tamamıyla yarattıklarından üstündür. Tanrı iyi olduğundan yarattıkları da iyidir. İşte bak nasıl da yarattıklarını çepeçevre sarıyor ve onları dolduruyor. Öyleyse kötü nerede, nere den kaynaklanıyor, yarattıklarına nereden giriyor? Kötünün kökeni ne, hangi tohumdan neşet ediyor? Yoksa kötülük diye bir şey hiç yok mu? O zaman olmayan bir şeyden neden korkuyoruz ve kaçınıyoruz? Boşuna korkuyorsak o zaman korkunun kendisi kötü, çünkü yüreklerimizi hiç yok tan huzursuz edip onlara işkence çektiriyor. Bu durumda kötü korkudan daha büyük, çünkü korkulacak bir şey değilken biz ondan korkuyoruz. O halde ya kötülük var ve biz ondan korkuyoruz ya da kötü olan korkunun kendisi. Peki, Tanrı iyi olduğuna göre ve her şeyi iyi olarak yarattığına göre, kötü nereden kaynaklanıyor? Hiç şüphesiz Tanrı en yüce iyiliktir, dolayısıyla yarattığı iyiliklerden daha büyük olmak durumundadır. Ama sonuçta hem Yaratan hem de yaratılanların hepsi iyidir. O zaman kötülük nereden geliyor?[4]
Augustinus, bir keşiş edasıyla söylemlerini tamamen maneviyattan ya da Weil’in deyişiyle Aşk’tan alıyor. Kötülük problemine bakış açısı müspet olmasa da –manevi ilimlerde buna gerek yoktur– kendi içinde tutarlı görünüyor, zira Augustinus, Kötülük probleminin en kestirme çözümünü sunuyor: ona göre Kötülük denilen şey aslında yok, Tanrı iyidir “Mutlak İyi”den kötülük çıkamaz. İlahi Aşk ile haşır neşir olan biri bu problemi yaradılışın bir parçası olarak değerlendirir. Mistiklere göre –Weil ve Augustinus için– dikkate alınması gereken Kötülük bu planı ve organizasyonu görememek, yani Tanrıdan (Aşk’tan) uzaklaşmaktır.
Neden Okunmalı?
Allah Üzerine Düzensiz Düşünceler, isminin tam aksine oldukça bütünlükçü bir üsluba sahip. Zaten manevi ilimlerin nihai amacı budur: Birliği görmek: Bir’i bulmak. Mistiğin biricik görevi budur: O aşkın izinden gider, varoluşu bu perspektiften izah eder: Kötülük, İyilik, Nefret, Korku gibi kavramları manevi bir akılla ele alır. Onları anlamak sıradan bir kişi için oldukça zordur: Allah Üzerine Düzensiz Düşünceler işte bu anlaması zor yolculuğun yol haritasını bize sunuyor ve:
- Maneviyat (İlahi Aşkın Metodu) nedir?
- Varoluşun bir amacı var mıdır?
- Neden dünyaya geldim?
- Kötülüğün kaynağı Tanrı mıdır? gibi sorulara cevaplar arıyor.
Eğer manevi ilimlere ilginiz varsa Allah Üzerine Düzensiz Düşünceler alternatif bir okuma tercihi olabilir.
Can Murat Demir
[1] S. Weil, Allah Üzerine Düzensiz Düşünceler, 2. Baskı, İstanbul, Ketebe, 2020.
[2] “Yasak Olan”a duyulan arzu da denilebilir.
[3] A.g.e., syf. 36
[4] St. Augustinus, İtiraflar, 2. Basım, İstanbul, Alfa 2019