Bir çam kozalağının bile ayırt edebildiği gün-gece dönümleri, her şeyin yaşamın özünden olduğu bilgisini fısıldamaktadır… Dikkatsizce, önemsemeden fırlatılan bir taş, evren ruhunda hissedilmektedir. Peki, ama ruhumuz evrenle bütünken insan dediğimiz bilinç gerçekten yaşayıp, ölebilir mi? Günümüzde beşeri patikalar insanların yaşaması gereken şekiller ve usullerce, belirlenmiş kalıplar arasında özgür oldukları zannedilen fikirlerin dayatmalarıyla tekdüzeleşen görüntülerden ibarettir…
Birey şeklini aldığı görüntünün tamamen kendi seçimi olduğuna inandırılmış, kaçış yapabileceği tüm kapılar bu inanç sistemiyle örtülmüştür. Kozalağın veya taşın doğanın verdiği şekilden başka bir görünüme ihtiyacı yoktur. Neye ait olduklarını çok iyi bildikleri için eksilmeden, farklı bir arayışa girmeden sonuna kadar oldukları şeyi savunmaktadırlar.
Hissedilmiş ne varsa ölümden önceki zamandır!
Hayatın doğru bilgisi, asla farklı olamayacağımız tüm evrenin kendisidir. Gördüklerimiz, görmediklerimizden yalnızca zaman ve mekan önceliğine sahiptir… Sıralandırılmış görevler yüzünden, ruh olması gerekenin dışına itilip ötekileştirilmiştir… Toplum, inandığı bilince inandırmak istediği için büyük çapta yaptırımlara sahiptir. Bu yaptırımların yıkımsal çığlıkları hiç bir muhatap bulamamaktadır. Birey tam da bu noktada, ruhunu beslediğini zannederken aslında onunla tek taraflı bir vedalaşma yaşamaktadır. O ana kadar yaşanılmış, hissedilmiş ne varsa ölümden önceki zamandır!
Sıkışan bilinç farkındalıklarını kaybedip, Dünya, doyumsuzluğuna ulaştığı için maddelerin doyumsuzluğuna esir düşer.
Kozalakla kısa bir süreliğine yer değiştirse ruhlarımız; yaşadığımızı ya da gerçekten öldüğümüzü anlarız.
Serdar Bayraktar
Serdar bence iyi gidiyorsun… Sade, öz yazılar üretmeye devam et.. Bence şiire biraz daha ara vermeli, bilinçlendirici, uyarıcı ve var olan her şeye yol gösterici metinler üretmelisin. Bence manzumu terkedip nesre dönmen harika oldu. Teşekkürler
Sayın Editörüm, her şey için ben teşekkür ederim…