Çok zamandır yollardayım. Kimsesiz, zavallı bir adam olduğumu anladığımdan beri nerede durmam gerektiğine karar veremedim. Zorlu ve zorunlu bir yolculuktu bu, bir hacının yakaran yolculuğuna benzemiyordu benimki.
Senden alır, hep alır hayat; aldığı nefesi bilenden…
Bir sabah kalktığımda çırılçıplak bir gerçeklikle karşılaştım. Maaş kartım, kredi kartlarım, çeşitli aboneliklerim, sözleşmelerim; hiçbiri ama hiçbiri bana ait değillerdi artık. Üstüme başıma baktım, giyiniktim ama giyinmiş gibi hissettirmiyordum. Aileme bakındım hemen, tanıdık değillerdi. Hepsi yabancıydı bana ya da ben yabancıydım onlara. O gün sabah kahvesi bile içmeden, sigaramdan nefeslenmeden hemen önce çıktım evden. Daha fazla duramazdım. Bütün iletişim gereçlerinden sıyrıldım ve düştüm yollara.
İlk zamanlar biletli yolculuklar yapıyordum, cebimdeki param bittikten sonra otostop çekmeye başlamıştım. Kalan son paramla da sigara, kalem ve kalınca bir defter almıştım. Meğer deftere yazmak, aklımdakileri… Ne zor işmiş. Unutmuşum kağıda, satırlara dokunmayı.
Her şeyden kaçmak tek çareydi!
İlk kopuş, gecelerime karabasan gibi çöken siluetlerle başlamıştı. Acımasızca tutuyorlardı ellerimden ve ayaklarımdan, soluk almak dünyanın en büyük nimetiydi. Karım her sabah aynı uğultulu cümleyle; “Bir doktora görünmelisin” diyordu. Doktorluk bir şeyim yoktu, anlamıyordu, anlatamıyordum. Bir adam vardı; hafif kumral dalgalı saçları, yeşile çalan gözleriyle naif, yumuşacık sesiyle dokunan bana. Sesinde hayat buldukça eriyordum, hapsoluyordum acı bir uyanışa. Yapamadım kaçtım her şeyden. Dokunuşlardan, kendimden, ailemden, işimden kaçtım.
Aylar sonra bugün yazıyorum, henüz kullanılmadan yıpranmış, kirlenmiş defterimin ilk sayfasına. Bin bir zahmetle sahip olduğum sigaramdan nefeslenirken az ileride duran seyyar satıcı ve onun etrafına toplanmış kalabalık dikkatimi çekti, her biri ellerinde tuttukları taşları inceleyerek konuşuyorlardı; yaklaştım biraz.
”Yönetici olmak zor iş” dedi irice olanı. Devam etti ”Zahmetli bir iştir, patron tepende bekler, memnun edemezsin”. Cılız denebilecek hafif kambur olanı ”İnsanlarla uğraşmak zor, ben de bilirim. Apartman yöneticiliği yaptım bir ara, kimseyi memnun edemezsin” dedi. İrice olanı şaşkınlıkla ve küçümseyen bakışlarla ”Öyle değil, ben şirketten bahsediyorum, en ufak bir hatanda azarı yersin” diye devam etti. Bir başkası seyyar satıcının sattığı deve kuşu yumurtasına benzeyen renkli bir taşı eline alarak ”Bu taşların bazıları boyalı, bazıları orijinal. Şu mavi olanı mesela boyalı, gerçek bir mavi taşın olsa dünyanın en zengini olurdun.” dedi. Orta yaşlı, hali vakti yerinde olmayanı iki eline birer taş almış, ”Bu üç lira, bu beş lira. Üç lira olanı güzel ama üç lira vereceğine beş lira ver büyüğünü al. Ama beş lira da çok para olur bu taş için.” dedi. Kirli sakallı, uzun boylu, elindeki poşette ne taşıdığını anlayamadığım adam ise eline en büyük taşı alıp önce tarttı sonra ” Bunu birinin gafaya atacan, gafa yarılır.” dedi.
Bu toplu monoloğu yaklaşık on dakika kadar seyredebildim. Uzaklaştım onlardan. Bütün bir ömrümün özetiydi bu sahne. Aynı taşa bakıp alakasız seçimlerle, uyumsuz, anlayışsız kimselerle yedim bitirdim kendi hayatımı. Bana benden bir şey kalmadı artık. Rengârenk taşlara bakınıp durduk ama ellerimizde tuttuğumuz taşları bir kere olsun hissedemedik. Bir kere olsun hayranı olamadık parlak renklerin ve dinlemedik yürekten birbirimizi. Söylemek istediklerimiz vardı hep, en öncelikli onlardı hep. Sıyrıldım ve koptum kendi anlamsız varoluş hikâyemden. Böcek gibi, biraz da bitki ve çoğu kere renksiz taşlar gibi yaşıyorum artık. Kokuşmuş kıyafetlerimle… Çekiliyorum dünyanın yalandan kurulmuş sahnesinden, dayatılan yar kokusundan.
Varlık E.
13.11.2016
Dinlemek için: https://www.youtube.com/watch?v=I-NRCgcHTXw