Ana SayfaÖyküİnsanlık Kürsüsü Vicdan Bölümünde Tez Yazmak Kolay İş Değildir!

İnsanlık Kürsüsü Vicdan Bölümünde Tez Yazmak Kolay İş Değildir!

Düşünmek, geliştirmek, şekle sokmak, yeniden adlandırmak, canlandırmak, türlü sıfatlarla nitelemek, yüceltmek, ruh vermek, kendinden bir şeyler katmak, takdir etmek, onurlandırmak… Yani O’nu yepyeni bir hayata doğurmak istiyorum. Bu düşüncelerimin hepsini hayata geçirmeliyim: Allah’ım bana yardım et! Bu namuslu dava boynumun borcu olsun!

Ne diyorsun, kimden bahsediyorsun, anlamıyorum! Şurayı imzalar mısın lütfen? Şurayı da. Şurayı da… Bir tane de şuraya lütfen. İlke, derin düşüncelerle yine kendini kaybetmiş, dekanlık özel kaleminde olduğunu unuttu: Ne işim var burada? Mekân ve zaman mefhumunu yitirmişti; bitirme teziyle ilgili danışman tercihi ve komisyon tespiti ile alakalı evrakları imzalaması gerekiyordu. Müdire hanım işkillendi: Bir sıkıntın mı var İlkeciğim? Dalgın gördüm seni. Ne zaman koridorda rastlaşsak (yürüyüşün rast makamı demek istiyor) kendi kendine konuşuyorsun, bu tez olayını biraz abartıyor, fazla ciddiye alıyorsun, senden önemli mi, dilersen tez danışman hocanla konuşabilir, biraz nefes almanı sağlayalayabilirim, biraz dinlenmelisin, neticede hepimiz insanız. (Müdire söylediklerinde ciddi) İlke, kadının iyi niyetinden şüpheli: Hayır efendim, sizden bir şey istemiyorum, eksik olsun, hatırlattığınız iyi oldu, sizin gibiler yüzünden bu tezi yazmalıyım, anladınız mı, bu sadece akademik bir çaba olmayacak, sizin gibilere verilmiş bir cevap, tarihe geçecek bir uyanış olacak. Kadıncağız şaşkın bakakaldı. Özel kalemden hırsla çıktı, büyük hareketlerle danışman odasının yolunu tuttu, küfürler ederek söylenmeye devam etti: Beni anlamıyorsunuz anlamak istemiyorsunuz, ahmakça davranışlarınızın sonu gelmiyor, hepinizi gömeceğim! İçi geçmiş ruhlarınızdan bıktım, rahat bırakın beni! İlke, ilk zaferini kazanmıştı.

Odadaki ses: Vicdan azabından ölmesi içten bile değil!

Vicdan azabından ölecek birileri varsa onlar sizlersiniz! Ne yalnızlığımı, ne de dostluğumu sizinle paylaşmak istemiyorum. Dokunduğunuz her şey kirleniyor. Varlığınız bir anlam teşkil etmiyor, acımasızlığımın kaynağı da sonucu da sizlersiniz. Ahlaklı olduğunu ileri sürüp kendine yalan söyleyenler, ahlaksız olup kendine yalan söyleyemeyen dürüstler, alçakça yaşayıp kendine dürüst olamayan ahmaklar, acımasız ve insafsızca insana işkence edenler, vicdansızca davranan ikiyüzlüler, ikiyüzlülüğünün farkında olmayan vicdansız budalalar, kendine yalan söyleyip etrafındakileri de bu yalana ortak edenler… Büyük bir incelik ve titizlikle, biricik (yegâne demek istiyor) hakikat önünde eğilmenizi sabırla bekliyorum! Bizler (sizin dışınızdaki herkes: yani bizimgibihissedenler) sizleri düzeltmeye geldik! Hazır mısınız? -Evet, hazırım.

İlk görüşme: Hoca ile ilk söz düellosu (insanlığa sesleniş)

Hoş geldin İlke, nasılsın? Yorgun görüyorum seni. İyi değilim, buraya sadece gerekenleri söylemeye -sizi uyarmaya- geldim, başka bir amacım yok, bunu bilmenizi isterim! Tamam, sakin ol, önce bir şeyler içelim, ne bu acele? Ortalık buz kesti, lafa girilmeliydi, laf insan arıyordu, oda sakinlerinden biri bu riski almalıydı, İlke gergin bir yay gibi hissediyordu, bıraksalar, ah bıraksalar… Bir dokunsalar, ah bir dokunsalar… Ortamı sakinleştirme görevi hocaya düştü: İnsanlar, bizden habersiz -öylece yaşayıp gidiyorlar-, İlke, duyuyor musun, onların umurlarında değiliz, vazgeç onların küçük oyunlarında rol almaktan! Sana sesleniyorum, ey kendini bilmez insanlık, bizlerden ümidini kes, bizden sana hayır yok, anlıyor musun? Bizler, senin (insanlığa küfrediyor, onu tek bir kişiymiş gibi tasavvur ediyor) uğruna, savaşta en önde kurban edilen öncü kuvvetlerden olmayacağız. İlke, söyleyeceklerini biriktiriyordu: suskunluğunu korudu ama altta kalmayı sevmezdi, kendine has bir yöntemle bu boş sözleri kulak ardı etti. Hoca, ağzından salyalar saça saça devam etti: -tükürük bezleri fazla çalışıyor olsa gerek- Çok geç olmadan, insanlığa karşı besleyip büyüttüğün bu iyi niyetinden vazgeç! Seni uyarıyorum, inadın neresinden dönersen kardır, okulunu bitir, güzel bir iş bul. Belki de asistanım olursun, ne dersin? Bu yüzden kendine gel lütfen, bizi (bölüm başkanlığını) daha fazla uğraştırma, vazgeç, bu saçmalıklarla meşgul edip değerli zamanımızı alma! (İç-cümle: Asıl değersiz olanlar sizlersiniz!) İlke, inatçı bir keçiydi, seyrek sakalını okşadı, suyundan bir yudum alıp dudaklarını ıslattı. Savunmasına odaklandı:

Özür dilemek, faziletlerin en yücesidir ve en iyi savunma saldırmaktır beyler. Ben de öyle yapıyorum, sizleri mahvetmeye geldim. Ruhsal olarak bu uyanışa hazırdı, derin bir nefes aldı: Dışarıda bekleyen sınıf arkadaşlarından, odacı Hüseyin’den, kantinde hazır bekleyen Fatma Abla’dan, mübaşir Ahmet Abi’den, Doktor Ş.’den, Mutemet Arif’den, Falcı Huriye’den, Sayman Yusuf’tan, Hırsız A.’dan, üvey annesi G.’den, Hayat Kadını Tş.’den, Elektrikçi Yaşar’dan  ve sesimin ulaşmadığı, ulaşırken kesintiye uğradığı, soluklaştığı, ya da duyulmadığı her insandan özür diliyorum. Tez savunması kolay iş değil, insanlığın talihsiz kaderini yüreğinde hissetmelisin, kör şeytanı yenmeliyim ama daha önce bu nemrut ihtiyarları mezarlarına geri yollamalı. (İnceden güler. Ha-Ha)

Ruh getirme merasimi: İlke, ölülerden medet umuyor!

İşte gitmen gereken yol ihtiyar, bu yol sana ait, artık bensiz devam etmelisin. Buralarda (yaşadığını zannedenlerin dünyasında) artık sana yer yok, acımasızca geliyor biliyorum ama buna alışmalısın, artık bir ailen yok, girip çıkabileceğin bir evin yok, anladın mı, sen bir hayaletsin, bunu kabullenip gereklerini yerine getirmelisin. İstediğin zaman fırından ekmek alamazsın mesela, ya da işe geç kaldığın için patronunla kavga edemez, komşunun çocuğuna bahçene dadandı diye sinirlenemezsin. Elden bir şey gelmez Baba, ilahi kudretin kestiği uzuv zamanla iyileşse de izi hep kalırmış. Bu bir doğa kanunu, artık bensiz devam etmeli ve başının çaresine bakmalısın. Tıpkı senin babanın ve onun babasının yaptığı gibi ayaklarının üstünde durmalısın, hayat bize bunu emrediyor. Yaşarken yaptıklarını ve yapacaklarını özlediğini biliyorum ama ne olur artık durumunu kabullen: sen bir ölüsün! Örneğin uzaktan bana seslenemezsin, adımı heceleyerek şaka yapamazsın, yemeği tabakta bıraktığımda öfkelenemezsin, bunlar senin mesain değil, bu devirde ölen babaların ardından yas tutmak aptallık sayılıyor, zaman değişti. (Babalık müessesesi ayağa düştü). Şimdi bu işler (babalık görevleri) için parayla adam tutuluyor, son derece gerçekçi bir tavırla evlerine aldıkları bu belli belirsiz adamlara “Babalık Nedir” eğitimi aldırıyorlar ve ihtiyaç sahibi ailelere devlet eliyle dağıtıyorlar. Gerekçeleri de şu: kimse babasız kalmasın, güya bu bir sosyal devlet politikasıymış. (Komik ve iğrenç -Ha.Ha.) “Baba” lık müessesini sadece tek bir kelimeden ibaret sayıp, içini boşalttıklarının farkında bile değiller.

Her ikisi de başlarını aşağı yukarı sallar, bu seramoni, baba-kız arasında eski bir onaylama işaretidir. (Bir baba-kız gizemi)

Biliyorsun son günlerde eşya üstüme üstüme geliyor, bunu seninle daha önce de tartışmıştık. O sıralar, ruhun evimizi terk etmemişti. “İlke, insanlar hatıralara sarılmazsa delirir” demiştin. Lafın sırası geldi: Nicedir, etrafımdaki insanlardan, anılar ve hatıralara dair tuhaf lakırdılar duyuyorum, evet evet, bunlar kanlı canlı (akraba dedikleri cinsten) insanlar… Bana öğütler verip, ölülerle (seninle) konuşmamdan dem vurup alay ediyorlar, onlara göre, bu dünya dışında başka bir dünya hayatı yokmuş, ne komik (Ha.Ha) Güldüğünü duyar gibiyim Bırakalım yaşasınlar BABALIK, sığ ve renksiz dünyalarında birbirlerini boğsunlar, en akıllıcası bu, onlara izin verelim ne dersin, yoksa bizi rahat bırakmazlar. Unutma kızım; neye, nasıl inandıklarını bilmeyenler doğruca cehenneme gider, biz onlardan olmak istemeyiz! Ne doğru bir söz tanrım, yaşayanları aşıp, ölülere dek uzanıyor! Hayır, kızım, ölüler tabirini kullanma, onlar yer değiştirenler, saygısızlık etmeye hakkımız yok, unutma herkes bir gün ölecek ve hakikat ile tanışacak, sırf nefes alıyorum diye yaşadığını zannedenler ise… Tamam, anladım Baba, yine her zamanki gibi haklısın ve bu haklılığın hoşuma gidiyor, beni değiştiriyor, bir insan olduğumu hatırlatıyor!

Sen öldükten sonra tuhaf bir olgunluk hastalığına tutuldum. İşlemediğim günahların bedelini ödeme arzusu içimi kemiriyor Babalık, bir zamanlar senin yapamadıklarını hayata geçirmek gibi bir gayeye kapılıyorum. Vicdan azabı çekmek bile hoşuma gidiyor. Sen iyi bir çocuksun, bunları düşünmen beni gururlandırdı. (gaipten hıçkırıklar duyulur) Ne o, Baba, ağlıyor musun? Bir yerlerde, ölülerin ağlamadığını, hep güldüğünü okumuştum: Yanılıyorsun çocuk, ölmek demek sorumluluklarının (insani duyguların) bittiği anlamına gelmez, ölüm sadece fiziksel bir değişikliktir, ağlamak ise insani bir vazifedir, hayattayken yarım bırakılan tüm işler, burada kaldığı yerden devam eder. Ağlamak vazife midir? Bu ne demek, kendini aşmaya hatta saçmalamaya başladın bence, istersen konuşmamızı yarına saklayalım, kafan karıştı sanırım? (İlke dalga geçmeye hazırlanıyor). Beni öfkelendirme çocuk: Tabii ki vicdan azabı çekmek, fedakârlıkta bulunmak, ağlamak, gülmek, öfkelenmek ve utanmak, her insan için birer vazifedir, bunları duyumsamayan ve yaşamayana insan denemez. Vazife (sorumlulukla gelen ilahi aşk) duygusu, varoluşun eski bir geleneğidir. (Bunu not et, tezini yazarken lazım olacak). İlke babasıyla vedalaşır, aldığı notlara bakarken babasına olan saygısı tekrardan dile gelir: Ne büyük bir filozof! Belki de filozofluğu babalığından geliyordur, bilemeyiz.

Savunma: “İnsanlık” tarifi ve formulasyon

İnsanlık=(ahlak<=>dini değerler + toplumsal değer yargıları) + yozlaşma)+ (çıkarlar)

Yemek tarifi ile karıştırmayınız: “İnsanlık” hafifsenecek bir şey değil, bu yüzden aceleye getirmeyelim. Bu hususta, sizden gereken hassasiyeti göstereceğinizi umuyorum. Lütfen bana destek veriniz, konuya vakıf biri olsam da elim ayağıma dolaşabilir! (Küçük çapta bir restleşmeden sonra akademik tarzda gülüşürler, bu gülüşme bilimsel literatüre uygundur: (Ha.Ha) İlke Hanım, sizi dinliyoruz:

Bizler (kendigibileri ayrı tutuyor), kendini bir şey zannedenler, üstünkörü ve yapmacık bir duygusallıkla, kundaktaki bebeğin dahi farkına varabileceği ölçüde sıradanlaşmış ve ne hazindir ki kendi kendini unutmaya mahkum etmiş bir mirasın, yaşam hakkını yitirmiş bir medeniyetin çocuklarıyız, geri kalmışlığın vermiş olduğu aşağılık duygusuyla, dünyayı da, kendimizin yerine koyarak, umarsızca yalanlar uydurma yolunu seçtik. Tek hatamız bu değil elbet, saymakla bitmez. Ama en önemlisi: İnsan varlığının tanımı ve insanlık izahında da sınıfta kaldık, başkalarının bize dayattığı sığ kalıplara sığınmaktan vazgeçemedik. İşte tam da bu yüzden, bu yetim kalmış coğrafyanın yaşadığı acılara ve insanımızın çektiği türlü varoluş sancılarına kulak vererek, aklımdakileri (vicdanımın ve yüreğimin el verdiği biçimde) sizinle paylaşmaya kararlıyım. Kariyerimi (ben buna zırva diyorum) ve yazım kurallarını ayaklar altına alarak yepyeni bir insanlık âlemine giriş yapıyorum. Medeniyet tarihinin bir özür dileme(me) tarihi olduğunun farkındayım ve tam bu noktada bana olan ihtiyacı fazlasıyla hissediyorum: Daha fazla sessiz kalamam! Memleketimizdeki sözüm ona akademik çalışmaların, itinasız – mesnetsiz – makam sevdalısı – insandan bihaber olduğunu da bildirmekten müteessir değilim.

İlke, “ne bulursan not al” hastalığına yakalanır!
  1. Vicdan korkusu nedir, tanımı yapılmalı (Karalama: vicdan ve tanrı aynı şeyler mi acaba) güzel soru bunu not et, kalın puntolu bir cümle…
  2. Vicdan ile ilgili ansiklopedik bilgiler gözden geçirilmeli ya da hayır kendim yazmalıyım, referansım bir başkası (ya da nesne) olmamalı; her şeyin üstesinden gelebilirim. Onlara kendimi ispatlamalıyım. (Babama söz verdim).
  3. Gerçek ile hakikat aynı şey midir? Sanmam ama…yine de.. (Köylüyle konuş)
  4. Tanrı öldü diyen Nietzsche acaba başka bir şeyden mi bahsetmişti? (not al; önemli)
  5. Vicdan acısı ile dini değerlerin samimi olarak yaşanması arasındaki kolerasyon nedir?
  6. Salim ile görüş, gecekondu kültürü ilham verici olabilir.
  7. İnsanlık kimin umurunda?
  8. İnsan ve insanlık farklı şeyler mi çağrıştırmalı, -Hocayla tartış!
  9. Dehumanization konusunda akademik zırvalıkları görmezden gel! Bu işime yarayabilir.

İnsanlar neden bu denli kalabalık diye düşündü. Belki bir bildikleri vardır, ne dersin? Bilmem: Sanmıyorum. Amaçsızca oradan oraya savrulup duruyorlar, görmüyor musun, şunların haline bak; hepsi aynı şeyin peşinde ömür tüketip “birilerinin sırtından nasıl geçiniriz, ya da bugünü de atlatalım gerisi Allah kerim” diyerek hiçlikten medet umuyorlar, onların küçük hesapları, küçük oyunları, küçük hayatları midemi bulandırıyor. Bu memlekette hiç değişmeyecek bu manzara. Düşündü, hafifçe gülümseyerek: Peki bizler, okumuşlar, entelektüeller, aydınlar (bu kelimeyi kullanmasının ardında alay seziliyor, yarı aydın demek istiyor olabilir), sanatçılar, bilim-adamları; biz ne yaptık bu kör talihi yenmek için? Hiç. Biz de onlardan farklı değiliz hocam, buradan (bölüm başkanlığından) ahkâm kesmek kolay: (Utanmadan sıkılmadan) oturduğumuz yerden onları eleştiriyoruz; bu durumda onlardan ne farkımız kalıyor? İnsanların yavaş yavaş eleştirdikleri şeylere dönüşmeleri (benze-ş-meleri ve bunun farkında olmamaları) ne büyük bir trajedi! Neden öyle dedin İlkem, bence herkes, her fikir ve her eşya eleştirilmeli. Neticede demokratik bir memlekette yaşıyoruz ama eleştirilerinin haklılık payı var, kritik etmenin en tehlikeli yönüne değinmiş olduk bu dersimizde: Benzeşme ve dönüşme… Ne hazindir ki, geri kalmış ülkelerin kaderinde bu var ama bizde daha hızlı cereyan ediyor. Hocam, eleştirel bakışın bir vicdanı, bir mantığı olmalı; yoksa toplumsal anlamda düşmanlıktan başka bir şey kazandırmaz bize. Tüm beşeri hadiselere, sosyo-psikolojik açıdan bakmayı siz öğrettiniz bize. Sizin onayladığınız, tepeden bakan bu eleştiri türü (ayakları yere basmayan demek istiyor) mevcut sınıflar ve toplumsal tabakalar düşünüldüğünde, bizi bir sorunsala (çıkmaza) götürmez mi? Evet, haklı olabilirsin ama ben bu konuda farklı düşünüyorum. Bence eleştirinin önüne hiçbir engel konulmamalı, hele ki konumuz insansa, ölümüne irdelenmeli, gel seninle bu irdelemenin önünü açalım ben sorayım, sen de cevapla, önümüzdeki derse hazır et, tamam mı?

Tamam, hocam hazırım. Önce derin nefes al, Uzakdoğu Felsefesi’ne göre her şeyin başı doğru nefes alabilmekten geçer, burundan al, ağızdan ver, sonra, sorulardan ve benim varlığımdan şüphe ederek sadece kendi varlığına odaklan, her nefeste bu düşünceden biraz uzaklaşarak Buda’nın ruhuna bir selam yolla. Bu tarifeyi, yazacağın her cevap öncesinde, özellikle sabahları iki kez tekrarla. (Aumm sesleri odanın dışından duyulur) Aummmm. Aummm. Aumm!

Üç gün süren var, cevaplarını masamda istiyorum, yazıyor musun (İlke heyecanlanır, nefes alışverişi  Everest’teki rahiplerce duyulur) ilk soru geliyor: İnsan varoluşunun kökeni (toplumsal gerekçesi) nedir? Bu soru, az önceki yakınmalarının da cevabı niteliğinde, dikkatli ol, bir felsefe öğrencisi (sosyal bilimlerden bahsediyor) dikkati ve bilgisini optimum oranda ilerletendir (-Haha: gülüşürler) bu yüzden ilk etapta boş bir zihinle sadece odaklanmanı, düşünmeni istiyorum. Hümanizm fikriyatının farkındayım ama abartmana gerek yok; unutma, her ideolojik saplantı, fikri (varoluşun derinliğinden bahsediyor) anlamda körlüğe sebebiyet verir. (Marks’ın diyalektiğini hatırla) Şimdi ikinci soru: (Birinci sorunun ardılı olarak) şu an da dünya üzerinde, kaç insan varoluşunun hakkını verebiliyor? Bu soru önemli.(Demokrasilerde görev paylaşımı önemlidir; biliyorsun). Bu soruların cevabı, benim acımasız olmamın gerekçeleri ve o acıdığın insan yığınları hakkında ipuçları verecektir.

İnsana acımak, insanlığa kıymak demektir. (İlke, insanlık deyince nedense İsa’yı hatırlıyor). İnsan ve insanlık ayrımını bir önceki dersimizden hatırlıyorsun: Tüm felsefi konuşmalarımızı, etütlerimizi ve dostane sohbetlerimizi düşündüğümüzde, karşımıza günahkâr bir insan modeli çıkmıyor mu? Hatta aynı insan, bu günah işleme olayını abartarak, cezasını, tüm topluma mal ediyor ve bunu yaparken de yine bir insan yaratması olan ilahi adalete güveniyor. Sence acımasız olmak ve bu hususta ısrarcı olmak, yerinde (ahlaki) bir davranış değil mi? Bu soruları ve felsefi çıkarımlarını not etmeni rica ediyorum, daha sonra cevaplar üzerinde duracağız. Anlaştık mı? Anlaştık hocam nasıl isterseniz, ne de olsa ben henüz öğrenciyim, öğrencinizim. (Gülüştüler ve ayrıldılar).

İlke, notlarını alırken ortalama bir insan hayatını düşündü, kaç yıl yaşar bir insan, 65-70 yıl mı? Bu süre zarfında kaç defa suç işleyebilir, bu suçlar siciline işlenirken insanlığa karşı neler besler? Kin mi, öfke mi, yoksa acı mı? İlke, kendince bir hesap yapmaya karar verir: İnsan doğuştan günahkâr ise gözlerini ilk açtığında ağladığı için, bir günah hanesine yazılıyordu, sonra, yaşı ilerledikçe bu günahlar çoğalıyordu. Bu hesaba matematik yetmez yahu! …Ergenlikteki ilk sevişme, ilk yalan, anne babaya karşı gelme, ilk hırsızlık, müstehcen fıkra anlatma girişimleri, bazı kötü alışkanlıklar, ilk alkol, mastürbasyon, gece dolaşmaları, türlü serserilikler, kızlara laf atma, çıplak kadın albümleri, pul koleksiyonu, kumar partileri, genelev maceraları, sokağa tükürme, sakal bıyık bırakma, ilk sokak kavgası… Saymakla bitmez, matematiğim durdu: vazgeçti ve boş bir beyaz kâğıda şunları yazdı:

Görüşmemizin ardından içimi tuhaf bir acıma duygusu kapladı, affınıza sığınarak sizin gibi olamayacağımı (yani insan ve insanlık ilişkisini basit bir olaya indirgeyemiyorum) bildirmek zorundayım: İnsanlığımı da insanlara olan vicdani sorumluluğumu da henüz kaybetmedim, insanı bir laboratuvar faresi, bir akademik araştırma alanı olarak görmek içimi acıtıyor. İnsan benim gözümde aziz bir varlık ve hep öyle kalacak. Size ve sizin gibi kendini bilmez aydıncıklara katılmıyorum, katılmadığım gibi sizler gibilerin insanlıktan zerre kadar pay almadığını da biliyorum: Bu yüzden, tüm insanlardan, sizin yerinize af dileme gereği duyuyorum.

Biricik vazife: Tez yazılmalı, insanlık benden çok şey bekliyor!

Özür Dilemenin Tarihi üzerine düşünürken, tez yazma gayreti ve insanlığın medeniyet yürüyüşünün aynı çizgi üzerinde seyrettiğini fark etti. Bu sebeple her iki olaya da hususiyetle eğilmeliydi, tezini kaleme alırken insanlığı incitmemeli, insanlığı incitmeden de tezini yazabilmeliydi. Zordu. Birden aklı seyirdi, kalbi hızlandı, elleri titremeye başladı, insanlık ondan çok şey bekliyordu: Bu sorunu çelişki yaşamadan kendimce çözebilir miyim, evet, kendime güveniyorum. Biliyorum fazlasıyla fedakârlık gerektiriyor. Serzenişlerinde haklıydı: Bir şeyi, bir nesneyi, bir eşyayı, bir fikri, bir kişiyi eleştirmekten ziyade ona rehberlik etmeli. Evet bu bir vazife, zor olan bu.

Bu sırada, insanlık ortadan kaybolmuş, kendine zaman ayıracak birilerini arzu ediyordu. Bu, onun en tabii hakkıydı. İlgiyi hak ediyordu. İnsanlık, kayıplara karışmış gizemli bir hazine gibi oracıkta İlke’yi bekliyordu. “Bu tez yazılmalı ve insanlık kurtulmalı.” Son sözleri… kimsenin duymamasına rağmen kayda değerdi, bölüm başkanlığının bulunduğu koridor yeniden karanlığa teslim olurken, İlke, “her gecenin bir sabahı vardır” diyerek kalemi tekrar eline aldı, beyaz kâğıt karanlık koridorlara çığlık savururken, İlke kendince bir türkü tutturdu:

Işığa gebesin, her yeri budanmış koca çınar: ey doğumu belirsiz olan,
Görmüyor musun, işitmiyor musun sesimi?
Her şeyi mahvetme zamanı geldi gayri, yaşasın yokluktan çıkanlar,
Tekrardan, bozarak ve değişerek geliyoruz;
İyileştirmeliyiz ne zamandır görmezden gelineni!

İlk cümle diğerlerini göreve çağırmalı, bu dayanışma her daim böyle nail olmuş, -tıpkı yoksul insanların umutları gibi- büyüyen bir çığ hayal et, bence çaresizce debelenen bu yığınların önünde dikilen bu duvar yıkılmalı. Bu çabamızı görmelisiniz hocam. Hoca umursamaz tavırla dudak altından güler.

İlke hakkında (Meleğin doğuşu ve yok oluşu üzerine)

İlke kimdi (sanki ölmüş birinden bahsediliyor)? Tez yazılmadan önce bu sorunun cevapları üzerinde durmamız gerekiyor. Sorunun cevabı (özellikle Salim kulu ve insanlık tarafından) merak edilen bir gizemdir, ya da değildir, belki de herkesin hayatı gibi İlke’nin de hayatı tüm insanlığa verilmiş bir cevaptır, ne dersiniz? İlke’nin doğumu tuhaf talihsizliklerle başlar. Annesi, doğum esnasında çok kan kaybetmiş, söylenilene göre kendi kanı içinde boğularak ölen kadıncağızın bu vahim görüntüsü karşısında baba daha fazla dayanamayıp, beylik tabancısıyla intihara teşebbüs etmiş, hemen akabinde henüz bilinci açıkken, evin çatısından kendisini boşluğa bırakmış. (Rivayet bu ya, tüm aile, ölümle imtihan edilmiş: buradan ruhlarına selam olsun, sevilen insanlardı).

İlke, bu hazin olaylar silsilesi içinde tuhaf bir hayat yaşamış: İlkokul yıllarında yeryüzüne gönderilmiş bir melek olduğunu ima etmiştir. 20’li yaşlarında hümanizme merak sarmış. 30’lu yaşlarında inatçı bir idealist olarak yaşamını devam ettirerek, 40’lı yaşlarında erkek düşmanı bir feminist olarak ölmeye ant içmiştir. Bunlar sadece yakınındaki birkaç insan tarafından bilinmektedir. (rivayetlere boyun eğmeyen mahalle sakinleri bu çocuğun geleceğini kahve fallarında da görmüş ancak bu talihsiz kadere boyun eğmek zorunda kalmışlardır) İlk vahyini aldığında ilkokul sıralarındaydı: “Sizler gibi olmayacağım, ben onlara acıyorum, sizi günahkârlar!” diye kükremesi halen tüm arkadaşları arasında konuşula gelmiştir. Evet, İlke bir melek olabilirdi: İnsanlığı kurtarmaya yeminli bir melek… Bunu kendisinden başka hiç kimse bilmese de, o, müritlerinden habersizce derviş gibi yaşamayı seçip, büyük bir yükü sırtlanmış, tanrının kelamını öğretmeyle meşgul olmuştu.

Üniversite yıllarında, fikri dünyasının fazlasıyla değişmiş olabileceği ihtimali mümkün mertebe kabul görmekte: Ancak ne olduysa olmuş, erkeklerden yana yüzü gülmemişti. Özenle büyüttüğü insanlığa olan düşmanlığı sayesinde, tam bir küçük burjuva özentisi olmuştu. Bize aktarılana göre, talihsizlikler (klasik burjuva söylentileri ve bazı rivayetlere dayanan şehir efsaneleri) hiçbir zaman yakasını bırakmamış, sonunda iflah olmaya karar verip tövbe etmiştir. Türlü dalavereler çevirip, kendine söylediği yalanlarla mutlu olduğunu iddia etmişse de bu iddialar mesnetsizdir. Anneannesinin ninnilerine bile konu olan bu çaresiz kadıncık, hayallerine sarılarak avunmayı tercih eden, ruhunu burjuva adetleriyle zehirlemiş (zincirlemiş) bir mekteplidir sadece. İlke’nin gerçeklikle bağını yitirdiği dönem işte bu dönem; okumuşluğun verdiği kibirle insanlara yukarıdan bakan biri olup çıkmış. Çocukluğunda bir melek kadar saf olan bu dişi, şimdilerde insanlığın mezar kazıcısı olmakla övünmektedir.

Ruhi mücerret Oğuz olaya müdahil oluyor!

Bu genç kızcağızın çabaları takdire şayan ancak birilerinin (insanlık düşmanlarının) kulağına bu tezin yazılacağı gitmiş olmalı diye düşünüyoruz. Özellikle aramızda gezinen ama görünmeyen üç harfli tayfadan, bir takım sıkıntıların bildirildiği ve bu konuda gereken yapılmazsa, İlke’nin okul ile irtibatının kesileceği de ihtimaller arasında görünmekte. Konumuza geri dönelim, İlke tezini yazadursun, biz de mezardan ayağa kalkan bazı gerçeklere kulak verelim:

Ben, nam-ı diğer tutunamayan illerinden Oğuz Atay, sizler yani kullarım kadar yalnızım (bunu merak ettiğinizi biliyorum) sokaklarda aranızda geziniyorum sizlerin haberi yoktur! Aklıma bir mısra şiir bile düşmezken, nasıl hikâyeler uydururum söyleyin, ben ki yalansız bir dünyanın ortasında dilim döndüğünce duvarlarla (sizlerle) konuştum, olmadı, yetmedi, tüm organlarımı ağrıtan çaresizliğin girdabında neyle meşgul olurum bilmiyorum ama artık sizlere hikâyeler söyleyemem? Anlayın beni, size bu saatten sonra bir yardımım olamaz, hayat o kadar da adil değilmiş demek ki, tıpkı sizler gibi ve sizler kadar sevgiye ve şefkate muhtacım artık. Bu ben değilim, alışmam zor, nicedir kelimelerle sevişmeye hasretim, mezar taşımda yazılı olan kaderimin ağıtında bile ne akrabalarıma ne de dost bildiklerime söz hakkı tanımayan ben, işte bu denli sizden biriyim: Ben Oğuz Atay, insandan yoksun, ruhtan mustarip bir çilekeşim. Bakmayın adımın peygamberlerle anıldığına, ben de et ve kemikten toplama bir insan müsvettesiyim. Her birinizden birazcık vicdan, birazcık acıma duygusu çaldım. Evet, sevgili kardeşlerim; İnsanlığın hamuruna biraz daha kimsesizlik katarak, sizlerin huzurunda tekrar itiraf etmekten çekinmiyorum: Ben sadece kendimi düşündüm. Yalnızlığınızı kendi emellerim uğruna biriktirdim, onu kullandım, ondan para kazandım, bu da yetmezmiş gibi, her defasında yalvarıp yakararak, bir dilenci masumiyetiyle mucizevi insanlık ilacından medet umdum. Dünyanın biraz daha kirlenmesine kayıtsız kalmaktan çekinmedim. Evet, sizlerden biriyim, sizler kadar günahkâr, sizler kadar acımasızım. Ey insan ve âdemoğlu, sizler adına sizlerden özür diliyorum.  İyi ki var oldunuz, memelerinden süt fışkıran bir annenin kucağında, sizlerden biriymişim gibi bağrınıza bastınız. Bu yüzden sizin evladınız, babanız, sevgiliniz ve kardeşiniz olmaya adayım, ben Oğuz Atay: Sizin kadar yazabiliyor, sizin kadar düşünebiliyorum. Anahtar da, kapı da sizsiniz, hala göremiyor musunuz: Sizler birer aptalsınız, bense bir ayna, belki de bir yansıma: ne kadar çirkinleşirseniz ben de o denli güzelleşirim. Hala kendinizi kandırıyor bundan çekinmiyorsunuz da, çünkü sizin dünyanız da tıpkı benim ki gibi bir yanılsamadan ibaret.

Can Murat Demir

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

buraya bak