İnsanın ne olması gerektiği konusunu düşünmek deli edici olsa gerek? Ama daha delirtici olan, yaşadığımız evrende insan denilen şeyin içi boşaltılmış kavramlarla doldurulmuş durumda olmasıdır. İnsan denildiğinde ne anlamalıyız? Onu neyle beslemeliyiz? Zafiyetleri neler ya da neden tükenmek bilmeyen sonsuz bir açlığa gebedir? Bu metin, bu sorulara cevap ararken, “insan” denilen şeyin hem uhrevi hem de dünyevi tarafıyla alay edip, onu yepyeni bir forma büründürmeyi amaçlamaktadır.
İnsanın ‘düşünen bir hayvan’ olduğunu söyleyen Antik Çağ eskilerde kaldı ve önemini yitirdi. Bu çürümenin ipuçlarını şuradan daha iyi anlayabiliriz: Günümüz insanı -modern insan- sıradanlığın sığ sularında kaybolan bir asalak gibi yaşamaktadır. Bu tarafından bakılırsa bir hayvana benzetilebilir evet. O artık kendinden bıkmış ve edilgen bir şekilde sadece ölümünü beklemektedir.
O şimdilerde yakıcılığını yitiren bir ejderha gibi tamamen teslim olmuş durumda. Tanrıya karşı hesap vereceği günü bekliyor. Halbuki ne kadar da saçma değil mi? Bir kurgunun ortasında olduğunu halen idrak edemedi. Silik bir ruhla hareket edip kendisine verilenle yetindi. Eski kindarlığını unuttu. Yok etmeye meyilli bir bedenle ormanları yakan insan şimdilerde sarhoşlukla tanrılarına dua ediyor.
Evren küçülüyor ve bu küçülmenin nedeni: “kıyamet”
Erken bir sonuca varıyorum ve diyorum ki: Sadece tanrının kıyameti meçhuldür ve tanrının sözleri için yaşlanan bir ruhbandır insan-lık. Bu yüzden insan-lık, kendini içten içe yer. Bu değersizliğini hayallerinden alan insan-lık unutturulan tarihini başucuna yazan bir savaşçı edasıyla yeryüzüne sığamaz.
İnsan tepkisiz bir ruh varlığıdır, talihsizliğinin uşağıdır. Yalnızlığın verdiği korkuyla cesaretini yitirmiştir. Ezilmeyi bir lütuf sayan bedeni, eskisine nazaran köhnemiş bir aydınlıktır. Ne yazık ki kendisini ve zekiliğini unutmuştur. Boşlukta yer kaplayan bir nesnedir… Bir taş, bir ağaç, bir küçük kız çocuğu… Gecelerini zehir eden naifliği başına beladır. Uyurgezer bir halde kendisini aramaktadır. Yatağından (mabedinden) uzaklaştıkça ağlamaktadır ve kendi gölgesinden korkmaktadır. İnsan yeryüzünde bir düşten ibarettir.
İnsanlık hayaletlerle savaşır hep. Kendi yarattığı karanlıkta debelenir durur. Lambadan çıkamayan cin misali kimsesizdir. İnsanlık yer kaplamaz, tamahkârlığını sadece kendi içini oymakta kullanan bir içi geçmişlik halidir. Hayatın neresini tutarsa kurutan bir uğursuzdur.
Görüne o ki, pislik içinde debeleniyoruz… Çok zor olsa gerek. Kurtuluşumuz. Bu çetin bir acı. Büyük bir fedakârlığı gerektiriyor. Bu aşamada yapmamız gereken şey özlenen insanı aramaktır; olmamış insanı ulumaktır yeryüzüne. Şimdi harekete geçme zamanı.
Damarlı Mermer Neyi İfade Etmelidir?
Damarlı Mermer = Yeni insan, “olmamış olan”, ya da “özlemle anılan” olarak bu metinde müjdelenen ve çağrılandır. Yok edilmeye maruz kalan ve alaşağı edilen eskimiş bir özlemin dile gelişidir.
Bu metin, olmasına imkân verilmeyen bir kötülüktür insanlık için. Her kelimesi insan katliamına davetiyedir. Acımazsız olmak zorundadır. Çözüm zordur.
İşte damarlı mermer fenomeni karşınızda…
Evet, üzerinde birçok damar vardır bir mermer kesitinin. Ve bu damarlar birbirine geçmiş girift bir haldedir. Kırmızı, mavi, siyah, gri renkte birçok rengi barındırır bu katmanlar. Ama asıl önemli olan bu renklerle birlikte, bu damarların, kendisini bize ne kadar takip etme izni verdiğidir. Yani mermer bize neyi ne kadar anlatmaktadır?
Bizim O’nu anlamamıza ne kadar izin vermektedir? O’nu özüne kadar takip edebilir miyiz?
Bu soruların cevabı kısaca şöyle olabilir: Mermer bize hiçbir zaman sırlarını tam anlamıyla vermez. Sadece bu metinde olduğu gibi yüzeyi hakkında tahmin ya da öngörü de bulunmamıza müsaade edecektir. Amacım sadece özlenen değerlerin bu beklenen şeye yüklenmesidir, bu bağlamda bu metin bir varsayımdır daha ölümcül haliyle bir kehanettir denilebilir.
Beklenen şey “Mermerdir”, damarlarını gizlemeyen mermer… O, vasat insana bir alternatif olma yolunda aynı anda onu yok edecek güçte bir madendir. Bu duygu, uyuşukluğa karşı bir enerji patlamasıdır. Ve dillenerek hep şunu söyler: “Aptallık hakkım yok!” Ahmaklığın mezar kazıcısıyım. Ve devam eder: ”Zeki ve tehditkâr olmalıyım, kendimdeki gücü hissetmeliyim ve sonuna kadar gitmeli, kurtarmalıyım yitirilmiş olanı. Mermer başkalaşır, dişisini arayan bir eril organdır artık o.
Diplerde saklanan güdüler… İnsanlığı dumura uğratacak olan kutsal küfürler… Güçlü olma iradesi. Araçların değil amaçların konuşulduğu dünyaya dönüşün simgesidir bu sertlik… Amacı, hayatı bir araç haline getirip hüküm süren ortalama değerlerin yok olmasını sağlamaktır. “Damarlı Mermer” bu olmalıdır. Yaratıcı esaret ve sertliğin buluşması olarak, dünyaya haykırmalıdır.
Gücünü acımasızlığından alan ve sürpriz yıkıcılığı barındıran şeydir damarlı mermer. Evet. Damarlı mermer tam olarak budur! İlk etapta yozlaşmasını okuyabildiğimiz insanlık ve diğer tarafta olağanüstü güzellikte olan, beklenen bir ruh… İlk bakışta asla çözemezsiniz onu. O gizli bir düşmanlıktır! Acıyla yoğrulmuş bir hayatın müjdecisi, yaşanan hayata sonuna kadar kin doludur.
Akla gelen ilk soru: “Felaketini kendi yazan bir insan gördünüz mü?” Damarlı mermer bu kaderin belirleyicisidir. Ortaya çıkacak olan enerjiye bakacak olursak ki bu kımıldanma bariz bir yıkımdır. Bu yıkımda, içgüdüler kesinlikle yandaş olacaktır. Tahammülsüz ve durdurulamaz bir zorunluluk harekete geçecektir. Büyük bir iştah ve heyecan! Kaosun 7 tanrısını aratmayacak kadar hınç dolu… Kötülük parafilisi… Doymayan bir katil… Bir cerrah…
Mermer artık dilleniyor!
İlk görünüşte sakin ve huzurlu gibi görünen dünyasal bir şarkı o. Kendi kendisinin şahidi olan ve anatomisini tanrıdan kurtarmış yeni bir tasarım. “Damarlı Mermer” öngörüsünü Schopenhauer’dan miras aldım akabinde sıkıntıdan kurtararak bir canavara dönüştürdüm. O artık bir sonun başlangıcı ve çok güçlü. Ne sanatçı ne de safdilli bir bilge… Yepyeni bir doğumun habercisi… İnatçılığıyla saf bir metal…
Can Murat Demir
kaç kere okudugumu bilmediğim ve daha da kaç kere okuyucagım….
ben okuyacağım senin kulağına fısıldayarak usulca..