Terkettik! Yok saydık!
Bu sayılan eylemlerin hepsi aynı yere çıkıyor ve insanın doğduğu günden beri yaptığı en iyi şeye. Yani kaçıklığa Peki neyden kaçıyor bu insan? İçgüdülerinden… Saflığından ve tabii olarak kendisinden.. Evet, doğumla başlayan bu süreç ya da bu kaçış öyküsü bol miktarda kaçkınlık ve korku içeriyor. Bu şey fazlasıyla kendinden korkmayla (güçten düşme ile) bağlantılı. İnsan kendinden korkuyor! Sonra bunu unutmak için onları yani içgüdülerini terk etme yolunu seçiyor. Evet terk ediyor. En tehlikeli eylem olarak bu yöntemi seçen insan, saflığını yitirerek karanlığa karışıyor. Terk etme eylemi karanlıkla eşdeğer gibi görünüyor. En temel hayati olanı hiçe sayıp kendisini örseleyerek hiçliğe bulanıyor.
Peki neden içgüdüleri yasak yaftasıyla mezara gömdük?
Neden? Elleri kanlı insan neden bir rahip hayatını seçti? Bunun tek nedeni olabilir, o da “Hıristiyan Ahlakı” “Klasik değerler düzlemi” Peki bu nasıl oldu? Bu soru tarihi bir sorudur ve kökeni itibariyle çelişkiler ve yozlaşmışlık içerir. Cevap şudur: İnsan kendi eliyle ahlakın beşiğini sallamıştır ve onu büyüterek öz çocuğu yapmıştır. Cevap insanın kendisindedir, cevap görünen tarihin ta kendisidir. Hıristiyanlık tarihinin…
Peki insan bunları yaparken nasıl sessiz ve tepkisiz kalabildi?
Bu sessizlikle gelen gayri tabii sevinç nereden kaynaklanıyordu? Ağız dolusu gülmeyi icat eden insan, tinsel mutluluğunu neye borçluydu? Cevap: Din. Ya da en iyimser yavrusuyla İnanç… Tutsaklığın meşrulaştırılmış hali ya da eziyetin yarattığı şizofrenik mutluluk sendromu… Evet, insana göre inanç, teslimiyeti ya da bir diğer adıyla mutluluğu simgeliyordu. Ve bu avuntuyla yüzyıllardır kendisinden kaçıyordu. Uhrevi bir varsayımla yola çıkan insan zehirlenmişti ve bunu gönüllü olarak duyuruyordu. Ruhu ele geçiren itikat, organlara yayıldıkça sarhoşluk hissiyle insanı daha da müptela hale getiriyordu. İşte size köleliğin tarihi ve gönüllü çilekeşliğin caydırıcı zaferi… Esaret zincirini boynuna asan insanın tercihleri ve mitlerin bu dünyaya kök salmasını sağlayan İsa’nın (ondan da önce İbrahim’in) fedakarlığı… İşte kısaca insanın kaçkınlık öyküsü…
İçgüdülerin yenilmesi.
Ve yozlaşan insanın müjdesi olarak İnanç. Her yönüyle şizofrenik korkular silsilesini çağırıyor ve büyük bir ustalıkla hayata enjekte ediyor. Asıl gücü de aslında buradan geliyor. Olmamak. Elle tutulamamak. Ruh hastası olmak. Bu üçü de İsa’nın çilesini simgeliyor. Çile haklılaştırılarak ya da meşrulaştırılarak(onaylanarak) bir mit’e dönüştürülüyor, duygusal liflerle perçinlenerek insanlığa sunuluyor. Hayaller gören mesihin çektiği çile içgüdülerin yadsınmasını ve köreltilmesini simgeliyor. Yani Hıristiyan ahlak anlayışını. Yani görünen hayatı. Kısacası illüzyonu.
En büyük inkarı burada görmek mümkün.
Çünkü İsa’nın hayatı mucizelerle, hekimlikle ve tanrılığa özenmekle dolup taşıyor. Bu aşamada içgüdüler mesnetsizce reddedilerek kabuğuna çekilmesi için bir kenara itiliyor. Zehirlenmenin ululaştırılması. Hastalığın simgesel bir hal alması… Ama bu hastalık ve inkâr etme durumu tarihte ilk değildir Hıristiyanlık tarihi bu anlamda hastalığın kitlesel boyutlara ulaşmasında bir öncüdür. Tarihe bakıldığında bu şey ilk olarak Yahudilikte (İbrahimi olanda) seyretmiştir, ancak mürit ve katliamlar açısından Hristiyanlık bir ilktir ve simgeseldir. Çünkü Hristiyanlık barbarlığın tanrıya ilk yüklenişidir. Ve Hıristiyanlık tarihin içindeki ilk çöküntülerden biridir ve epeyce doğurgandır. (Fransız İhtilali, Komünizm vs…)
İnanç, şizofrenik histerinin dile getirilişi olarak karşımıza çıkıyor. Bunu insanlar yaratıyor. Şizofreniyi de peygamber… En büyük histeri olarak da tanrı çıkıyor karşımıza. Tanrı korkusu inancın temel yapıtaşı gibi görünüyor. Yahudilikle kurumsallaşmış bir korku. Teolojinin olmazsa olmazı sanki. Kavramlar Hıristiyanlıkta tapınaklaşıyor, kiliselere giriyor ve İncil dili yaygınlaştırılıyor. Sonrasında insan önce kendisini ve sırasıyla tanrıyı – peygamberi hiçe sayarak taşlara ve kitaplara tapmaya başlıyor. Bu süreç kaçkınlığın betonlaşması ya da korkuların çimentoya dönüşmesi olarak adlandırılabilir.
İçgüdüler
Kıskanç ve bir o kadar da kendini beğenmiş tanrı korkusu altında inliyor. Siniyor. Çok basit savunma refleksiyle kabuğuna çekiliyor. Bu durumda içine kapanarak tüm dünyasını kabuğundan ibaret sayıyor. İşte yok olmanın tarihi.
Sonuç
Kaçkın ruh rüya görür. Tanrıyı hayal eder ve yüceliğini tanrıya yükleyerek dilini kaybeder ve ışığını söndürür. Ruhun inanca teslimi…Yani içgüdülerin teslimiyeti. Uykuya dalmak…Bir daha uyanmama isteği…Bir veba gibi yayılır tüm sokaklara dünyaya ve insanlığa…Uyanmayan hayattır, uyanmayan insandır. Oysaki içgüdü, hayat demektir! Seks yapmak, aşık olmak, yazmak, savaşmak, yok etmek gibi refleksleri insan iradesinin hizmetine vermek demektir. Güce dönüştür! Kanımızı kaynatan yani bizi hayata bağlayan şeylerdir. Kıyıcı ve bir o kadar da zalimdir ama bizimdir. Doğaya uygun bir nimet gibidir, insanın tek kurtuluşudur. Sezgilerde, zihinde ve her yerdedir. Yaşamın içine yuvalanan tek canavardır. Zevk sularının diyarı gibi ayartıcıdır. Keşfedilmemiş olandır.
Bu yüzden kendiniz olun! Canavara izin verin! Bırakın yaşasın… Tüm damarlarınızı keserek, kendi küllerinizden yeni bir adam yaratın ki hayatı yeniden yok etsin ve yaratsın. Kendiniz olun! Sadece kendiniz…
Can Murat Demir