[…]
Düşünmenin ne demek olduğunu öğrenmeye çalışırken, düşünme üzerine düşünen refleksiyon içine düşerek kaybolup gitmez miyiz? Fakat yine de, bu tehlikeye rağmen, yürüdüğümüz yolda sürekli düşüncemize bir ışık düşüyor. Ancak bu ışık, ilkin refleksiyonun fenerleri vasıtasıyla düşünceye getirilmiş değil. Işık, düşüncenin bizzat kendisinden ve yalnızca ondan gelmektedir. Bir şeyin kendisinin bizzat kendisine ait ışığa taşınması bir muammadır ve bu düşünmeye, tabii ki sadece hakikaten düşünme olduğu ve ısrarla aklı kötülemekten kendisini uzak tuttuğu sürece, uygun düşmektedir.
Düşünce, en kaygı verici olana muvafık olduğu takdirde düşünür. Kaygı uyandıran zamanımızda en kaygı verici olan kendini, bizim hala düşünmememizde göstermektedir. Bu cümlenin ifade ettiği şey, öncelikle bir iddia olarak kalıyor. Bu iddia, şimdi üzerine eğileceğimiz bir ifade formuna sahiptir. İfadeyi öncelikle iki türlü muhakeme ediyoruz: İddianın neyi vurguladığını ve ifade karakterini.
İddia şuydu: Kaygı uyandıran zamanımızda en kaygı verici olan, bizim hala düşünmememizdir. Örneğin, ağır hasta olan birinin kaygı uyandırıcı durumu bizi tasalandırır. Emin olmayanı, karanlığı, tehdit eden şeyi, zulmeti ve genellikle aykırılığı kaygı verici buluruz. Kaygı verici olandan bahsettiğimizde, mutat ve aynı zamanda mahzurlu ve nihayet olumsuz bir şeyi kastederiz. Kaygı uyandıran bir zamandan ve hatta en kaygı uyandırıcı olandan bahseden bir ifadenin, bu mülahazaya uygun olarak öncelikle olumsuz bir vurgu üzerine kurulmuş olması gerekir. Bu ifade, çağın oldukça aykırı ve hiç ümit vermeyen çehresine işaret eden bir bakış sergilemektedir. İfade, çağın kıymetsiz ve batıl olan ne varsa talep eden nihilist tezahürlerine tutunmaktadır. O, bu tezahürlerin kaynağını zorunlu olarak bir noksanlık ta, cümlemize göre söylersek, düşüncenin mahrum kaldığı şeyde aramaktadır.
Bu vurgu, içinde bulunduğumuz çağın yargılanması bağlamında yeterince tanınmaktadır. Bir nesil önce “Batı’nın Çöküşü”nden bahsedildi. Günümüzde ‘Merkezin Koybolması’ndan bahsediliyor. Her yerde çöküş, tahribat ve dünyanın tehlikeli boyutlarda yok edilmesi takip edilmekte ve kaydedilmektedir. Her yerde, sadece çöküş ve bunalımları eşeleyerek tahrik eden pek hususi bir roman türüne rastlanmaktadır. Bu edebi tarz bir yandan, esasa müteallik olan ve hakikate uygun biçimde düşünülmüş olanı söylemekten çok daha kolay; öte yandan edebiyatın bu biçimi çoktandır bıkkınlık vermeye başlamıştır. Dünyanın sadece düzeninden çıkmakla kalmadığı, bilhassa anlamsız olanın hiçliğine doğru yuvarlandığı kabul edilmektedir. Nietzsche, en yüksek zirve noktasından çok daha uzakları önceden görerek, geçen asrın seksenli yıllarında, çok düşünülmüş olduğu için basit bir şey söylüyor: “Çöl büyüyor”. Bu söz bize çölün genişlediğini söylemek istiyor. Çölleşme, tahrip etmekten çok daha fazla bir şey. Çölleşme, yok etmekten daha korkutucu. Tahrip, yalnızca şimdiye kadar gelişmiş ve inşa edilmiş olanı ortadan kaldırıyor, fakat çölleşme gelecekteki gelişmeye meydan vermiyor ve her türlü inşa imkanını engelliyor. Çölleşme, sadece yok etmekten daha korkutucu. Yok etmek de esasen ortadan kaldırmayı ve dahası hiçi ifade ediyor, fakat çölleşme engel olmayı ve imkansızlığı öngörüyor ve yaygınlaştırıyor. Afrika’nın Sahra Çölü sadece çölllerin bir türü. Yeryüzünün çölleşmesi, en yüksek hayat standardına erişilmesine ve yine aynı şekilde bütün insanların tek tip bir refah düzeyine ulaşabilmelerini mümkün kılacak bir organizasyona paralel olarak gelişebilir. Çölleşme, her iki durumda da kendisi olabilir ve korkutucu bir tarzda, kendini gizlemek suretiyle her yerde dolaşabilir. Çölleşme, basit bir kumlaşma değildir. Çölleşme, Mnemosyne’nin en yüksek düzeyde sürgün edilmesidir. “Çöl büyüyor” sözü, zamanımızın sıradan yargılarından farklı, başka bir yere ait. “Çöl büyüyor” sözünü Nietzsche günümüzden 70 yıl önce söylemişti ve şunu eklemişti: “Vay, çöllere gebe olanın haline!”
Şimdi, kaygı uyandıran zamanımızda en kaygı verici olan, bizim hala düşünmememizdir iddiası da sanki, günümüz Avrupa’sını hasta ve içinde bulunduğumuz çağı çöküş olarak kavrayarak kötüleyen seslerin konserine katılmış gibi görünüyor.
Daha dikkatli dinleyelim! İddia, en kaygı verici olan, bizim hala düşünmememizdir diyor. Yoksa iddia, ne artık düşünmediğimizi, ne de bizim esasen hiç düşünmediğimizi söylüyor. Çok iyi muhakeme edilmiş olarak söylenen ‘hala’ sözcüğü, bizim muhtemelen çok önceden beri, düşünmek üzere yola koyulduğumuza, üstelik sadece geçmişte denenmiş bir tavır olarak düşünmeye yönelmediğimize, bilakis düşünmenin içinde, düşünmenin yolunda yürüdüğümüze işaret etmektedir. Bu bağlamda iddiamız, sadece dünyanın başına herhangi bir yerden bela olarak gelmiş gibi görünmeyen, bilakis insanlar tarafından sürüklenerek getirilmiş olan çölleşmeye bir ümit ışığı tutmaktadır. Doğrusu iddiamız, içinde bulunduğumuz zamanı kaygı verici olarak vasıflandırmaktadır. Bu vasıflandırma ile, anlamı kaydırabilecek herhangi bir yan vurgu yapmaksızın, bize düşünülmesi gerekeni sunanı, yani düşünülmeyi isteyen şeyi kastediyoruz. İşte bu şekilde anlaşılan ”kaygı verici olan’ın, kaygı uyandırıcı veya şaşırtıcı bir şey olmaya asla ihtiyacı yoktur. Zira sevindirici, güzel, esrarengiz ve lütufkar olan da bizi düşünmeye sevk etmektedir. Belki de bu zikrettiklerimiz, bizim genellikle hakkıyla düşünmeden “kaygı verici” olarak vasıflandırmaya itina gösterdiğimiz diğer şeylere nispetle çok daha kaygı vericidir. Bu zikrettiklerimiz, sevindirici, güzel, esrarengiz ve lütufkar olanın yalnızca his ve tecrübeye mahsus kılınması ve düşüncenin cereyanından uzak tutulması gerektiğini kabul etmek suretiyle bizim bu hediyeyi reddetmediğimiz takdirde, bize ancak kendilerini düşünülmesi gereken şey olarak sunarlar. İlkin, esrarengiz ve lütufkar olanla düşünülmesi gereken olarak meşgul olmaya başladıktan sonra, ancak kötünün kötü niyetli oluşu hakkında ne düşünmemiz gerektiğini muhakeme edebiliriz.
En kaygıcı verici olan, bu bağlamda yüksek bir şey, hatta belki de insan için mevcut en yüce şey olabilir; tabii insan, düşündüğü, özünün hafızaya istinat etmesi dolayısıyla düşünülmüş olanın hitabına muhatap olduğu sürece, ne ise öyle kalan bir varlıksa. En kaygı verici olanın, eğer bilhassa en yüce şey ise, aynı zamanda en tehlikeli olmayı dışlaması gerekmemektedir. Yoksa insan, örnek olarak zikredebileceğimiz hakiki, güzel, merhametli olanın özünü hiçbir tehlikeye maruz kalmaksızın azıcık dahi olsa soluyabilir mi?
İşte bu yüzden, iddiamız, kaygı uyandırıcı zamandan ve en kaygı verici olandan bahsettiğinde, asla esasen karamsarlık ve ümitsizliği vurgulamamaktadır. İddiamız, kendisinin olabileceklerin en kötüsüne doğru gözü kapalı sürüklenmesine izin vermemektedir. O kötümser değildir. Fakat iddiamız bir o kadar az iyimser. İddiamız öyle, en iyinin gerçekleşebileceğine dair sahte ümitlere kapılarak kendini hemen avutmak istememektedir. Geriye daha ne kalıyor? Bu ikisinin arasındaki kararsızlık? Farksızlık? Bu hiç değil. Zira belirsiz olan, daima farkların birbirinden ayırt edilememesinden beslenir. Ayrıca biri, iyimserlik ve kötümserliğin ötesinde veya berisinde yargıda bulunabileceğine inansa bile, onun esasen iyimserliğe ve kötümserliğe yönelmiş olarak, sadece farksızlığın değişik bir tarzına tutunduğunu söyleyebiliriz. Fakat kötümserlik ve iyimserlik, her ikisi de, birlikte besledikleri farksızlık ve onun çeşitli tarzları, insanın tarih olarak isimlendirdiğimiz şeyle olan istisnai ilişkisinden meydana gelmektedir. Bu ilişkiyi kendi hususiyeti içinde kavramak oldukça zor. Bu zorluk, ilişkinin çok uzaklara uzamasından değil, bilakis bizim için günlük ve mutat bir şey olduğu için. Anlaşılan, bizim iddiamız bile belirli bir tarih ilişkisini ve insani durumu öngörmektedir. Peki, bu ilişkilerin hangisi? Böylece, iddiamız bağlamında muhakeme etmemiz gereken şeylerin ikincisine gelmiş bulunuyoruz.
[…]
Martin Heidegger
Düşünmek Ne Demektir?
[1951/52 Kış Dönemi Ders Notları]
Paradigma Yayıncılık, Çev.: Rıdvan Şentürk