Görkemli.
İçimde taşıdığım varlık kırıntılarının ayak izlerini takip ederek tüm filozofça söylentilerin üstüne basıyorum, kendimi ve egomu hiçe sayarak karanlığın zehirli akıntısıyla tüm yazılanlara sesleniyorum: Önemsemiyorum, evet ciddiye almıyorum sizleri ve düşündüklerinizi: Sonsuzluğun temkinli ihtimallerini terk ettiğim günden beri ne derecede ölümcül olacağım üzerine iddialara cevap verme gereği de duymuyorum. Ben yokum, görünmez olanın içinde erimeyi de kabul etmiyorum. İçimden çekip çıkardığım metafiziksel ağrılarımı sizlere emanet ediyorum, bunu neden yapıyorum peki? Kozmosun değerli diye atfedilen diyalektik zırvalarını kabullenmemek için. Kendime gelmek ve kendime inanmak üzere ant içiyorum. Tecellinin tüm kaynaklarının sömürüldüğü bu modern dünyadan geçerken çocukluğumun anılarına sığınıyorum: hukuksuz ve varlıksız olana sarılmayı öğütlüyorum. Evet, görkemli bir ölümdür benim çağrım, -benim düsturum. Tumturaklı bir felsefenin can çekişmesinde hayat bulan ben ölümün görkemini özlüyorum. Kayıtsızım ve gönülsüzüm. Ne semavi bir kaygım ne de dünyevi ihtiraslarım var. Peki, nedir beni savurup dışlayan düşüncenin kaynağı? Tanrı mı, hayır: Onunla hesaplaşmam kıyamet habercisi gibi adeta. İnanç mı: Henüz o kadar aşağılanmadım. Aşağıya doğru yöneldiğim tüm insan bilgisinin leş koktuğunu hatta şeytani bir dedikodudan ibaret olduğunu söylememe gerek yok. Lanetleyin beni dünyevi zangoçlar, kırbaçlayın beni inancın sefilleri! Boşluğun/beyhude olanın derdine düştüm, her lanetli söylencenin ruhumu değil bedenimden bir parça kopardığını itiraf ediyorum. İnsanlık gözümden düştükçe daha da anlamlı hale bürünüyor: İnsanlığın anonim dertlerini dinlemek istiyorum: Kendimce onu dürtmek ve yerinden etmek ne kadar da huzur verici. Ne ihtişam ama: Üstünkörü bir yetenek kâfi. Şiddetin tarihçesini yazmak istiyorum. Hele ki üzerinde kupkuru fikirler uçuşurken… Ne büyük bir haz heyhat!
(…) Biriken şey acı ve bu seni bitirir. “Ben” her şeyin üstündedir. Ezer geçer. İnsan-üstü seviyede bir iç çekiş bu: Ağız dolusu bir kahkahanın izdüşümü. Fiyakalı bir çekicilik. Sarsıntılı bir üslup.
Telef.
Telef edenin kahkahalara boğulduğu bir şaklabanlığı izlemek: Tehlikeli ifşanın eşsiz bir hayali. Ne kadar düşünürsem düşüneyim çocukluğumun kendine özgü saflığını özlemle anmam benim tevekkül sahibi bir bezirgân olduğum gerçeğini değiştirmiyor. Hayatın içinde saf olan ve saf olmayan alanlar vardır. Bu bir ifrit gibi sizi kuşatır ve sürekli uzaklara daldırır. Ölümün farklı biçimlerini deneyimleyen bir kaçkındır Ben’deki çocuk. Yaşlandıkça ergenleşen ve bir türlü olgunlaşamayan bir fenomen. Bilinçsizce ölümü özlemek bir hastalık mıdır? -Hayır. Karşıma çıkan ilk zorlukta pes eden kahramanı oynuyorum. Ödlek ve kaçkın olan bir hayalperest o. Görkemli ölümü bekleyişimi onurlandırıyor, kutsuyor. (Cioran’ın çocukluk anılarına bakın). O çocukluğunu kurukafa avcılığı ile hatırlamayı tercih etmiştir. Kederli bir unutuşun filozofu böyle kendini avutur. Her daim böyle vuku bulmuştur oysa bir filozof çocukluluğunu hatırladığında anıların arasına istenç dolu bir yok edici yerleştirir. Artık çocuk olmamanın kindarlığıdır bu. Büyük ve ihtişam dolu şehirlere küfürler yağdırır. Geçmişin uykusuz canavarı çocuk olmayı bu yüzden yeğler. Her yaşlı bilge çocukça ölümü bekleyen bir söz ustasıdır.
Cinnet.
Yazılan her cümlede saklı olan cinnet hali hangi organda gizlenir? Filozof yazılı belgeden değil duyguların aşındırılmasından feyz alır. İlham denilen gebe olduğu sayfalara yazılana âşıktır. Hayranlık talimleri burada başlar ve her düşünen ineği bir peygamber ilan eder. Karmaşık ve ulaşılamaz olan her zaman saygı uyandırır, tıpkı tarih yazıcılığında olduğu gibi her aziz (kutsal günahkâr) bir kilise putudur. Derin duygularıyla Ben peygamberliğe özenir. Sempatisini karanlığın paha biçilmez karizmasına borçludur. Borç aşağılık olana verilmiş bir sözdür. Tamamen uydurma tamamen ölümcül. Hayat düşmanı kisvesini değiştirir ve kır çobanının gizemli cahilliğinde kendisini yaratır ve vakit kaybetmeden adını koyar: Mutlak Masumiyet. Masumiyet ateşli bir tanrıçanın zevk sularında yüzer. O da bir bekçidir, bir tacir. Kahramanca eylemlerimizin ta en baştan muzaffer olamayacağını bildiğimiz halde inatla üstüne gideriz. Agresif bir güç kaybedişidir düşünme eylemi, çaresizce boynunuza asılan yenilgi yaftasının ifşasını salık verir. Yenilmeliyiz, bir daha bir daha… Çelişkilerimizin kucağında iç çekişlerimiz bize yolu gösterebilir mi? Yoksa kaybolmuşluk hissi midir somurtkanlığa gark eden? Saplantılı bir bilgi arayışının nasıl sonuçlandığını tecrübe ettik heyhat! Tarih bu zırvalıklarla doludur. Yenilgilerimizin adresi benliğimiz olsaydı onu söküp atmayı denerdim, bir mümin gibi. Ruhsal olanla bağ kurmayı seçerdim belkide -çileci yanımla.
Ardımda bırakmalıyım felsefeyi ve bilim fahişelerini. Sokaklarda gezinen ipsiz sapsızla hayatı paylaşmalıyım. Böylesi daha iyi, sefil gururum için buna ihtiyacım var. İhtiyacım bir hiç aslında. Bir varoluşun düşmanlığını büyütüyorum.
Bir şeytanla yüz yüze geldiğinizde mimiklerinize odaklanın. Burukluk mu o? Kesinlikle hayır. Bir imrenme, bir ayrıntı arayışı, çılgınca kaynayan bir kan havuzu. Orada kıvranan bir mendebur görürsünüz. Bilinçli olduğunu sanan bir aptalla konuşun, aynı şeyden bahsedecektir. Hayattan firar edenleri aynı yerde bulursunuz. Varoluşun eşsiz manzarasından nasiplenmemiş olanlar hep aynı yere bakarlar: İşte bizim görme biçimimizi deforme eden budur. Delilik hep oradadır, ayakta sizi bekler. Gelip geçenin ayak seslerini sayarlar.
Düşüş.
Cehennem. Bir insan kurgusu, bir korku kapanı. Zebanilerin toplumunda ayakta kalmak için pisliğe talim etmelisin. Manevi olanın saldırısı altında düşünmeye devam etmelisin. Yaratıcı cinnetin muammalı gülümseyişi bize şunu hatırlatır: Dünyanın çöküşünü -yani acizliğimizi. Bizi ayağa kaldıran marşla birlikte kendimizi şaşırır ve etrafımızda ne varsa yok etmeye meyil ederiz.
Bir yanılsamanın ardından gülüyorum. İman edenin küfrünü kutsal sayıp, tüm kutsallığın Tanrıdan bir kopuşu işaret ettiğini görüyorum. İnanca yatkınlık bir mukadderatın imzasını taşıyordu. Yumuşak ama bir kişilik sahibiydi. Kınadıklarımız günahkâr tarafımızın altını oyuyordu: Negatif ve sapkın bir zayıflık. Bizi biz yapan tutkularımız nereye kayboldular? Kötümser olmayı sürdürmeliyim. Arıyorum ama bulamıyorum diyor filozof. Petre Tutea [1]ekliyor: “Sular geçer, taşlar kalır”
Mistik/Görü(cü).
Kutsal olanla savaşmak onun varlığına iltifat ile aynıdır. Ben ikisine de varım. Yeter ki küçük bir anlam parıltısı göreyim. Çocuksuz ve özensiz bir gayret bu biliyorum ama samimi olsa gerek. Tanrıya samimi olarak yaklaşmak şiir gibi geliyor: Süper boşunalık. Bir çarpılmanın ardından imanına sarılan ve itiraf eden bir papazın duasında neler yer alır? Titizlikten yoksun ve hoyratça oluşturulmuş ve tefsir edilmiş ayet manzumeleri, tutkulu ve perişan edilmiş bir tarih söylemi. Vahiy kurumunu boşa çekmek ve onunla dalga geçmek için fırsat kollayan kilise düşmanlarının çepeçevre sardığı dönemlerde dahi dine sarılma iştahı hiç azalmamıştı. Daha fazla gizem ve dedikodu ile debelenen bir kurumsal ruhaniyet hortlamıştı. Bir kilise papazının bende uyandırdığı temkinli bir duygu daha var: Bir azizin ayaklarına sarılıp öpen sade bir vatandaşın yakarışı. Nafile. Komedi. Bir kilise ayini ne kadar kutsal olabilir? -Hiç.
Muzip.
Komik olanı düşündüğüm doğrudur. Trajik olana ise kahkahalar fırlatırım. Yüzeysel acılara sahip olanın varoluşundan şüphe hakkını kendimde buluyorum. Hayatı paranteze alarak yapıyorum bunu. Bir mazeretin gölgesinde yeşermeyi öğütleyemem lakin bir içgüdü beni tırmıklıyor bunu yapmam için. İnsan muzip bir ihmalkârlığın tarihini yazıyor, oldukça yorgun ve hastalıklı. Sanatı kendisine küfür halinde, şiiri ise tam bir fiyasko. Gülünç olanla eğlenmek doğal bir hak olsa gerek: Yüzyılın en önemli olayı. Bir heykel edasıyla kendi üstünde yükselen insanlık tiranı tüm gülünçlüğüyle kıvranıyor; gülen yok. Kusurlu olanın bu iç çekişi beni bazen kesintisiz bir umuda bağlıyor. İnsanlık ideali başlı başına coğrafi bir muzipliği taşıyor: Karanlıkta kendince patlıyor ve yine kendini kendince ehil kılıyor.
İçselleştirme.
Fikirler dünyasından şeylerin diğer tarafını ummak? Bunu başarabilir miyiz, kralların övgüsüne layık bir durum bu: Oysa kavrayışlarımın ıssızlığında bulduğum şey saf bir savrulmanın tozu dumanıydı. Şeyleri olduğu gibi değil de diğer taraflarıyla görmek umut vaat etse de içime doğan şey acıdan başka bir şey değildi.
Buluşma.
Mistik olanla şüphecinin buluşması ne kadar coşku dolu ise bir hayat düşmanı ile filozofun buluşması o derece grotesk olurdu.
Sırıtma.
Ne kadar da safça bir eylemdir insanlar içinde sırıtmak. Gülmenin minimal hali şeytanidir. İkirciklidir. İma doludur. Egoisttir. Kural tanımaz küçük bir eylem gibi görünse de “gülmek” bir trajediye karşı savaşım aracıdır, tıpkı Marks’da olduğu gibi bir tüketim aracıdır, bir yok etme aracı. -Bir irade/erk düşmanı.
Sağ/Sol.
Niyetlerimizin güçlerini hangi kaynaktan aldığını Kant’a sormak istiyorum: Heyhat, biz hangi kökenlerimizi terk ettik de bir diğerine dayanmaya ona bel bağlamaya başladık? Sağ’a dayandık sol boşta, sol’a dayandık sağ aksak kaldı. Biyolojik kökenlerimiz gereği İnsan türüne ait olmak bunlardan hangisine çıkar sağlar? Ekonomik bir işkencenin adresleridir bunlar. -Boşver gitsin.
Dil.
Kökenlerimizin bize dayattığı “İyi” ve “Vicdan” kavramlarından tadan bir bedenin özgürleşmesini beklemek deveye hendek atlatmak kadar hayal.
Spekülatif.
Varlığın içine küfrü yerleştiren bir peygamber: Feylesof: Sefil bir kendindeliğin adresidir. Kendi’lik aşılması gereken değildir. Bir ateştir, bir çarpan bir kendine düşman yaratan anti-kahraman. Bataille’nin dediği gibi: Kendi” dünyadan soyutlanan bir özne değildir, aksine nesne ve öznenin kaynaştığı bir iletişim alanıdır.[2]
Can Murat Demir
[1] Petre Țuțea bir Rumen filozofu, gazeteci ve ekonomistti.
[2] Georges Bataille, İç Deney, Çeviren Mehmet Mukadder Yakupoğlu, Yapı Kredi Yayınları, 6. Baskı