Bir yanılsama bir hayalin kindarlığından beslenir. Ne zaman ölüme yatmayı düşünür insan, işte o zaman, elleriyle büyüttüğü tanrılarını baş tacı eder. Duasız kurtuluş. Selameti uman peygamber ise kuyruğuna basılmış bir günah gibi somurtur, asık suratlılığı antik nefretinden mirastır! O, çoktan unutulmuş olanların yanında mutlu bir rüyaya yatar ve tüm çalışmaları, hızı, içgüdülerinden bağımsız olarak cereyan eder. Tüm yaşam bu saatten sonra peygamberin omuzlarında bir kefarettir. Kendi payına düşen acıyı onaylayan tek bir hayalet gösterin bana!
Ölüm dediğimiz şey: Sonsuzluğa açılan bir kapı, topyekûn bir savaşın en baştan tanrılara teslim edilişi. Bir yenilişin şiiri. Zira, düşman bellediklerimiz çoktan terk-i diyar eylemiş savuşmuşlardır. Peki sizler, avanaklığı sarhoşlukla karıştıranlar, seyyar satıcılar, bönler, uyanık tüccarlar, budalalık kurbanları, güdülmeye hazır koyunlar, soytarılar, katiller, ödlekler, inek çobanları…hepinize soruyorum: Bir şair, bir filozof gibi düşünmeye başladığında ne olur halimiz? Vahşetin zoraki romantize edilmesi. O vakit, üstünkörü bir cennet uydururuz kafamızdan, şiir yerine bu kez filozofun ıstıraplı duaları okunur kulağımıza. Filozof şarkısını mırıldandığını sanır ama kutsal olanı hiç hesaba katmaz. Hesaba katılmayan düstursuz bir misafirdir o, bir zalimlik örneği. Bir ucuz şikayet. Kıyımı ve kan gölünü körebe sanmaktadır filozof, lakin, oyuncaksız kalan sadece insandır; aklını kaybedenler birer sapkın olmak üzere kindarlıklarıyla bizimle yarışa koyulurlar ve tek oyuncakları da insan ruhudur ve bizden daha yalnız oldukları için kıskanç bir kadın gibi üstümüze atlarlar. İşte aşk ve mücadele burada başlar.
Felsefe sefalettir, filozof ise onun peygamberi
Felsefe, sefaletiyle sokakları arşınlarken, kültür elçileri, hocalar, kitap kurtları, politikacılar, normaller, particiler, filozoflar, entelektüeller, ayyaşlar, dindarlar, bön bön bakınanlar hep bir ağızdan ağıt yakarlar: “Ah düşünce.. tadın ne hoştur ruhuma, etinle kemiğinle benim malımsın!” Sonra tüm kırık aynalarda ruhlarımızın provasını yaptırırlar bize. Bu bir zorunluluktur. Bir ağıt. Ağlayışlarımız, gözyaşlarından pınarlar yaratır. Hayatı gri bir duman kaplar: Korkunun rengidir bu. Zamansız ve kibirli bakışlarıyla (azade edilmemizi) dört gözle bekler canavar, hoşgörüsüz bir melekten ziyade cenaze törenime şeytanın gelmesini yeğlemem bundandır.
Bir savaş patlar içimizde: Büyük cinsten bir kıyımın başlangıcı. İlk kez savaşın yanında olmak zorunda hissederim, neden mi, çünkü her yıkım bir müjdedir, çünkü düşman aslında bir aşıktır. Ve filozof mırıldanmayı değil, içten içe yanmayı yeğler. Ancak antik çürüme çoktan tüm uzuvları sarmıştır. Müdahale şarttı, evet, savaş kaçınılmaz… artık yeni bir lisan ve yeni bir hayat zorunlu hale gelmiştir. Bu zorunluluğu göremeyen ahmaklar cemiyeti şimdilerde birer hokkabaz edasıyla oradan oraya savrulup duruyorlar. Bu seremoniye kimileri tarih, kimileri ise cinayetler manzumesi adını verdi.
Seyirci hep aynı: Ademoğlu. -Adem.
Can Murat Demir