Pembe püsküllü avizenin, pembemsi ve mayhoş ışığında ne düşünebilir insan? Yaşadığı güzel şeyleri mi? Çektiği acıları mı? Peki ya Yann Tiersen dinlerken ne düşünebilirsin? Sıradan fakat yaradanlaşmış parmaklarıyla çaldığı piyanonun o sanat kokan tuşlarını mı? Sokakta olan gençlerin yaktığı ateşin verdiği sıcaklık bize kadar uzanır aslında.. Bir şeyler yazmak için sakin ortamda olup düşünmeye yoğunlaşan bize kadar uzanır… Biz, benim gibi olanlar mesela… Pembe püsküllü avizeye veya Yann Tiersen’in müziğine ihtiyacı olmayabilir – olmasada olur – yazmak için düşünmeye yoğunlaşan herkesi basar o sıcaklık.
Her şeyi bir kenara bırakıp tekrar düşünürsün, genelde geçmişten yola çıkarsın yazarken. Yazarın başından güzel birşey geçmişse iyidir, kötü bir anı geçmişse de iyidir… Gel gelelim şu anda ben ne hakkında yazdığıma ve bu yazıyı ne kadar sürdürebileceğime emin değilim. Ne geçmişe uzanacağım, ne de geleceğimden çalacağım… Bugün sadece yazıyorum. Ben yazıyorum, daha çok sıcak basıyor… Ben yazıyorum diye rahat yok, bana da yazıyorlar… Her zaman dediğim gibi “üzülmene gerek yok” diyorum, “bu da geçer elbet”. Benim için bir önemi olmadığı gibi diğer insanlardan beni farklı bulup, bana bir şeyleri anlattıkları için, bende gerçekten böyle hissetmesi için yani farklı olduğumu -düşünmesi- için elimden geldiğince farklılaşmaya çalışıyorum. Aslında diğerlerinden bir farkım yoktu, hatta onlardan daha sıradandım ben… Her neyse, konumuzun buraya nasıl ulaştığını ben bilmiyorum. Sende bilmiyorsun… Gidip bir kaç kırmızı şarap alıp, köprü altındaki -İNSAN-larla- içmek istiyorum. Konuşmasalarda olur benim için… Onlar becerebilirler miydi bilmiyorum.. Ben sadece yazıyorum.
Mine Saka