Ana SayfaRöportajEvet, Hiç Öldürür, Şakası Yok!

Evet, Hiç Öldürür, Şakası Yok!

Öncelikle Merhabalar hocam; umarım iyisinizdir: Bu sizinle ikinci röportajımız olacak, bundan önceki röportajda Max Stirner’ın Biricik ve Mülkiyeti hakkında konuşmuştuk; bu kez son kitabınız “Hiç: Sınır Ötesi Tümceler” üzerine konuşacağız. Dilerseniz başlayalım;

Merhaba sevgili Can Murat. Teşekkür ederim, ben iyiyim, kötüyken de iyiyim. :) Çünkü kötüyken daha keskin bir düşünceyle yazabiliyorum, bu da beni kötü olmanın en uç boyutuna taşıyor. Orada kaybediyorum iyi-kötü duygusunu.

Sizi yaklaşık 10 yıldır -ki bunun daha da öncesi var- takip ediyorum ve bu kitapta hemen hemen her sayfa ve cümlede başat olan felsefi bir kaygı var, “insan ve tanrısal olan şeylerin hastalıklı ilişkisi” Bu konu oldukça tehlikeli değil mi sizce? Türkiye gibi geleneksel bir coğrafyada bu kitabı yazmak ve basmak bazı cenahlarda ciddi tepkimelere yol açabilir. Yani sizi anlayabilecek küçük bir azınlık için buna değer mi? Bir diğer sorum şu: kimler için yazıyorsunuz, bir kategori var mı kafanızda?

İnsan ve tanrısal olan şeylerin hastalıklı ilişkisi dünyaca yaygın bir varoluşsal sorundur, Türkiye’de yaşayanlar ve/ya da Türkçe düşünenler olarak bu coğrafya biraz daha dikkatimizi çeker. Ve Varlık’a fırlatılışımızın yeridir burası. Düşündüğümü yazmayı ve yazdığımı yaşamayı seviyorum, bu benden dışa yansıyan içtepisel, dürtüsel bir oluştur. Bunu bastırmak ya da engellemek Kendimi sınırlamak olurdu. Düşüncelerimi satmak için yazmıyorum, satmak için anlaşılabilir olmam gerekir, anlaşılabilir olmam için Kendimden vaz geçmem gerekir. Çoğunluğun beni anlayamayacağını biliyorum, çoğunluk için yazacak olsaydım, elbette bestseller yazarları düzeyine inmem gerekirdi. Beni anlayan azınlık Stirner’in deyimiyle benim-olanlardır, Kendileriyle paylaşımı bir düşünsel ve psikolojik haz olarak gördüğüm azınlık Kendimdendir. Wittgenstein şöyle demişti: “Bu kitabı sadece, daha önce, onun içinde ifade edilen ya da onlara benzer fikirler üzerine düşünmüş  olan biri anlayabilir.”

Kitabınızda felsefi anlamda eksiksiz bir “varlık” düşmanlığı seziyorum, bu metafor oldukça yoğun olarak işlenmiş. Sizce felsefi edinimlerde “Varlık” denilen bir açmaz mı var? Nedir bu “varlık” düşmanlığınız? Bunu açabilir misiniz?

Düşmanlık sözcüğünü tırnak içerisinde verseydin daha yerinde olurdu. Felsefede Varlık’ı unutmuşluktan söz edilir genellikle ve özellikle de Heidegger bu sorunu işler. Ona göre gündelik yaşama dalan sıradan insanlar, ki bunlar milyonlardır, Varlık’ı unutmuşlardır, onu sorgulayacak zamanları kalmamıştır, ayrıca saat kategorisine göre yaşayan bu zaman köleleri banal gündelik meşguliyetlerle geçinip gitmekteler. Elbette haklıdır Heidegger ancak ne var ki, Heidegger ve bir çok filozof Varlık’ı öne çıkarıp Hiç sorunsalını unuturlar bu kez. Unutmamak gerekir, Heidegger’in “Varlık ve Zaman” adlı kitabına Sartre “Varlık ve Hiç” ile karşılık vermiştir. Zamanının kölesi olan Heidegger’e karşı zamansız Hiç’le sahneye çıkar Sartre. Kitabımda Hiç’in unutmuşluğunu vurgulayarak Varlık’ı sorguluyorum; teraziye koyduğum bu iki çiftten biri bazen ağır gelse de kitap boyunca birbirlerinden ayrılamayan ama birbirleriyle çatışan iki sevgili gibidirler. Öteki neden ise, varolma sorunsalındaki çıkmazdır beni Varlık’a “saldırmaya” iten; bir anlamda kendime saldırıyorum. Oluş kalabalıklarında beni tesellisiz bırakan Varlık sorusuna: Neden bir şey var da Hiç yok? Bu ölümcül soru baştan sona eşlik eder aforizmalarıma.

Varlık’ın etki alanından bahsetmişken şunu merak ediyorum hocam; sizce “Tanrı” kavramının “Varlık” açmazıyla ilintisi nedir? Kitapta her iki kavramdan da bahsederken düşmanlığınız eşitmiş gibi görünüyor? Ne dersiniz: Tanrı ve varlık aynı yolda mı yürümektedir?

H.İ.T. okuyucularıyla…

Bunun Tanrı kavramıyla ilgisi de vardır. Heidegger’in Varlık’tan Tanrı’yı anladığını biliyoruz: Sein ve Seyn arasına koyduğu ince fark da budur. Gündelik Varlık’tan (varoluş) soyut Varlık’a (Tanrı) geçiş. Ancak ben Varlık kavramını Heidegger’in tersine Tanrı kavramından ayırıyorum. Tanrı kavramı Varlık sorusunu sormaya cesaret edemeyen genel insanların dinsel sığınaklarıdır. Bu insanlar dünyanın çoğunluğunu oluşturur ve “tehlikeli” olanlar da bunlardır. Bu tehelikenin kökenlerini ve Tanrı’yı sorguluyorum.

Tanrı kavramından biraz daha bahsedelim istiyorum, farazi bir soru olacak belki:  Yanıtlamamakta özgürsünüz. :) Tanrıyla bir yerlerde karşılaşsanız ve aranızda dostane bir diyalog geçti, ilk tümceniz ne olurdu?

Tanrısız biri Tanrı’yla karşılaşmayacağını bilir, zırdeli olmam gerekirdi Tanrı’yla karşılaşmam için. :) Ama günün birinde dokuz kafalı bir sinekle karşılaşırsam ilgiyle izlerim. Bilmediğim bir şeyi Tanrı gibi işe yaramaz bir soyut varlıkla eşanlamlandırmam gerekmez.

Şimdi de biraz bu dünyaya dönelim istiyorum :) Her felsefeci gibi “Ölüm” hakkında da oldukça kafa yorduğunuzu görüyoruz, ne düşünüyorsunuz? Sizce ölüm fikri korkutucu bir tanrısal oyun mu, yoksa hiçliğe açılan bir kapı mı?

Ölüm fenomeni, Varlık’ın insana musallat ettiği temel çıkmazdır. Felsefeyle birlikte fiziğin temel sorunudur ölüm. Özellikle kuantum fiziği bu konuda çılgınca “icatlar” ileri sürer ancak her defasında kafasının üzerine düşer. Çünkü her yanıt yeni bir soruyu doğurur. Bu hem haz vericidir hem de yıpratıcıdır. Düşünebilen her canlı ölüm üzerine sadece düşünmez, onunla cebelleşir de. Dünyanın en eski edebi eseri sayılan Gılgamış Destanı ölümü felsefi bir konu olarak işlemiştir. Gılgamış’ın ölümsüzlüğü arayışı ona varoluşun tüm acılarını ve aynı zamanda tüm güzelliklerini tattırmıştır. Sanırım kendimi Gılgamış’ın karşıtı Enkidu’yla daha çok özdeşleştirebiliyorum; varolmanın pişmanlığını duyumsamak. Bundan kötü bir yaşam yaşadığım/yaşıyor olduğum anlaşılmamalı. Tersine, Kendimce bir yaşam yaşıyorum, bunu yapamadığım an intihar etmeyi göze alabilirim. Yaşamayı seviyorum, bazen Gılgamış gibi ama daha çok Enkidu gibi. Enkidu animaldir, içtepisi Varlık’a başkaldırır; var olduğu için başkaldırır Varlık’a. Gılgamış, ölmemek için başkaldırır Varlık’a. Düz bir çizgi izlemiyorum bu konuda, çatışmalarım, sürtüşmelerim, düşüş ve çıkışlarım beni sadece bir “rol”de kalmayı sağlamıyor. Ölüm, elbette Hiç’e açılan bir kapı olarak algılanabilir; ancak Hiç nedir? İşte bunu sorguluyorum –ölüm bağlamında da. Bu arada olabilirlik felsefesi en tutarlı olanı gibi geliyor bana. Kesin yargılardan kaçınıyorum genel olarak.

Halil İbrahim Türkdoğan

Şimdi gelelim diğer bir tanrıya… Stirner’a… Düşünsel planda onunla birçok konuda hemfikir olduğunuzun farkındayız, Stirner bu yüzyılda yaşasaydı ve kitabınızdan haberdar olsaydı “Hiç: Sınır Ötesi Tümceler”e bir önsöz yazar mıydı? Bu önsöz sizce hangi cümleyle başlardı?

Stirner öncelikle şunu söylerdi: “Stirner’i Türkçeleştirmek için H. İbrahim Türkdoğan olmak gerekir.”  Stirner’in ne kadar “usçu” olduğunu biliyoruz, bunun yanlış anlaşılmasını istemem, Stirner genel anlamda usçu değildir. Tam olarak: Us ile usu imhâ eden bir usçudur. Bu durumda geriye fazla bir şey kalmıyor, susmaktan başka. Stirner’in Meselesini Hiç’e bırakması da bir susmaktır bir bakıma. Ama bir bakıma da asıl felsefe bu tümceyle başlar, usdışı bir felsefe mümkünse. Çok fazla irrasyonellik, çok fazla gizemcilik, çok fazla soyut düşünme. Stirner’e uzak bir oluş bu. Stirner şöyle derdi: “Hiç: Sınır Ötesi Tümceler”in yazarı denize atlayan bir Stirner’dir; edebiyat ve şiirle Hiç’i renklendiren bir gizemci Stirner. Stirner’i us esaretinden kurtaran ve Stirner’i taşıdığı yerde Kendini doğuran bir Hiç yazarı.” Stirner’e hitaben yazdığım şu tümcelerimi Stirner kesin onaylardı: “Vahiylerimi bir bir yaşantıma aktardıktan sonra Kendim’in dışına çıkmaktan başka bir nedenim kalmadı. Kahkahalarım yüzme bilmeden okyanusa atlayışımın çırpınışlarıdır ve öldürdüğün ratioyu vahşi okyanus dalgalarıyla kıvrımlandırıp renklendirişimin yaşam nefesleridr; Ve Ben vahşi dalgalarla dans etmekten ölümcül haz aldım ve –karaya çıkmayacağım.”

Böyle sorulardan nefret ederim ama okuyucuların da merakını dindirmek adına sormak zorundayım: Dini inanca sahip misiniz? Şamanizm hakkındaki düşüncelerinizi merak ediyorum, bunu neden soruyorum çünkü kitabınızın 15. sayfasında bir şaman vurgusu yapılıyor, bu vurgunun nedeni bir onay mıdır, yoksa felsefi bir referans mıdır?

Burada elbette bir gizem duyumsanmayı beklemektedir, şaman öğeler “Dakota” başlıklı aforizmalarımda da mevcuttur. Mauthner’in adına “Tanrısız Gizem” dediği felsefi arayış, Tanrı ve din gibi sabit düşüncelere bulaşmadan, varsa bir gizemi evrenin, onu duyumsamaya çalışmaktır. Wittgenstein’in “gizem kendini gösterir” tümcesi de buna işaret eder. Tanrısız ve dinsiz biri olarak bakıyorum yıldızlara ve parçası olduğum bu kozmos büyüler beni. Kızılderili felsefesi var olan binbir düşünce kalabalığı içerisinde en çekici bulduklarımdan biridir. Monoteizm gibi her şeyi birilerince belirlenmiş katı ve sıkıcı dinler, gizeme bireysel yönelimler sunamamaktadır; onlar toplumsaldır. Düşünebiliyor musun, bu dünyada milyonlarca Hristiyan var? Bu korkunç bir realite, beni ürkütür böyle kalabalıklar; bireysel algı ve bireysel gizeme dair hiçbir şeyleri olmayan bütün dinler ürkütür beni.  Yaşayan ölülerdir bu dinlerin mensupları. Stirner, dinsel-gizemci Hiç’i kafası üzerine oturtur ki, kendi Hiç’ini ayakları üzerine oturtabilsin; ancak böylelikle o Hiç, Herşey olabilecektir ve kendini yaratan bir Biricik olarak yeniden doğabilecektir.

Biraz da “BEN” metaforuna değinelim istiyorum. “BEN” denilen şey felsefi bir fantazi midir yoksa pratiğe dayalı bir yeryüzünde oluş hali midir?

Vurgusunu yaptığım Ben, Tanrı’nın yerine geçen bir Ben ise, bu Ben, psikanalitik açıdan da felsefi açıdan da “vardır” diyebileceğimiz tek şeydir; Ben dışında bir varlıktan tam olarak söz edemeyiz, çürütülemeyen solipsist gerçek de budur. Sokakta gördüğümüz ya da gördüğümüzü sandığımız kalabalık ne idiği belirlisizliğin ta kendisidir.

İnsanlıkla köklü bir düşmanlığınız var bu çok apaçık seziliyor. Peki, nedir bu açmaz, altında yatan argümanı öğrenebilir miyiz? Neden insanlıkla bir türlü barışamıyorsunuz?

Tam da bu kalabalık ama Ben’e yasalar, buyruklar, sistemlerle gelmektedir; Ben’e kendi varlığını sosyolojik ve dinsel dogmalarla diretir! Ve işte burada asıl çatışma başlar, aynı zamanda solipsizm kırılmaları da yaşanır. Biriciklerle Genelin çatışması. Hiçbir halkın sorunu Ben’i ilgilendirmez, hiçbir ulusun, hiçbir kabilenin. Genelin imhâsı Ben’i doğuracaktır. Acımasız gözüken bu sözler bireyin yükselişini vurgular. Biricik ve Genel ontolojik düşmanlardır.

Son olarak; kitapta yer alan ve bence en önemli başlık olan “Hiç’in şakası yok, hiç öldürür” uyarısını ele alalım. Burada fazlasıyla ironi kokusu alıyorum. Bu kutsal uyarıyı kimlere yaptınız? :)

Evet, Hiç öldürür, şakası yok! :) Hiç’in unutmuşluğudur insanlığı Tanrının sıcak kucağına iten asıl faktör. Kalsınlar o sıcak yuvalarında, çıkmasınlar mağaralarından. Bütün sosyolojik fantazmalar ana kucağıdır. Nasıl ontolojik mide bulantısı yaşamayayımki? Üstelik bir sosyal pedagog olarak her gün insan psikolojisinin çeşitli boyutlarını görebilmekte ve analizleyebilmekteyim. Mağaradan çıkacak olsalar Hiç’le yüzleşecekler ve Kendi’leriyle. Ama kaç kişi Kendiyle yüzleşmek isterki! Hiç, tüm dinlerin, tüm ideolojilerin can düşmanıdır, çünkü insanların temel korkusudur. Bir canavar, bir ontolojik ejderjadır Hiç. 

Zaman ayırdınız, teşekkürler, umarız başka bir kitapta başka bir röportajda yine buluşuruz. Röportaja eklemek (başka kitaplar olacak mı, son projeler vs.) ya da okurlarınıza söylemek istediğiniz şeyler var mıdır?

Fazla bilgi vermemekle birlikte, yeni kitap ve çeviri projeleri var; Türkiye koşulları sürprizlerle dolu. :) İçtenlikle teşekkür ediyorum. Kendimden gördüğüm o azınlığın içindeki Sen, sevgili Can Murat, yıllardır çalışmalarımın okurlara ulaşması için önemli katkılarda bulunmaktasın.

Röp: Can Murat Demir

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

buraya bak