İnsan şeytandır. Neden böyle söylediğimi kendimden biliyorum, bir başkasından değil. İnsan kendisinden yola çıkarak doğruyu ve yanlışı bulur, bir aynadır Öteki. Bu bağlamda Öteki, bize kendimizi gösteren, benliğimizi yansıtan bir aynanın ikamesi gibidir. Evet, insan şeytandır, hep bir diğerine ötekisine bahaneler uyduran bir sefaletin, acizliğin, uyuşukluğun adresidir. Bu kadar acımasız olmamın altında başka bir neden daha var, o da şu sorunun cevabında saklı: Neden kötülüklerimizin kaynağını dışarıda kalan bir nesneye, ya da bir başkasına yükleriz, neden “hep Ben hep Ben” deriz. Çünkü insan hep bir diğerinin varlığıyla kendini avutur, kendini gizler. Benliğin en iyi gizlendiği mecra ötekidir. Öteki olmasaydı Ben diye bir şey olmazdı. Öteki varsa Ben vardır. Öteki her zaman günah keçisidir.
İnsan, kendi kendisinin lanetidir: bu bağlamda insanın kendi dışında kötülük yoktur; bu olsa olsa beyhude bir arayıştır. Her şey insan ruhunda terkip edilmiştir zaten. Bu gerekçeyle şeytan da melek te insanın sadece iki farklı duygu/haz halidir, o kadar. Her şey insanın içindedir, her şeyi kapsamaktadır insan ruhu. Bu bağlamda insanın en önemli varoluş amacı bu kötülüklerle savaşmaktır, yani kendisiyle, dışarıdaki bir düşman ile değil. Bu kutsal savaş oldukça romantiktir hatta bazen öyle dramatize edilir ki bunca kötülüğü yapan varlığa bir an da acımaya başlarsınız. Tüm bunların yanında “insan” ve “kötülük” yoldaşlığı her ne kadar negatif bir duygu uyandırsa da, gerek edebiyat gerekse sinema alanında oldukça üretken bir alana işaret eder. İronik ve bir o kadar tuhaf insan varlığının bu düalist (kötücül) yapısı özellikle sanat için biçilmiş kaftandır, hele ki edebiyat insan kötülüğünün temsilleriyle doludur.[1] Bu temsiller içinde tarihe adını kazımış bir temsil var ki korku sinemasına ilgi duyan hemen herkes bilir bu karakteri: III. Vlad,[2] bilinen adıyla “Kazıklı Voyvoda”, nam-ı diğer: Dracula.[3] Bram Stoker’ın kaleminde farklı şekilde hayat bulup kurgulanan Dracula birçok edebi karaktere göre oldukça gerçekçi, dürüst ve tarihi bir hikâye ile karşımıza çıkar. Bu yazıda Bram Stoker’ın Dracula adlı romanından yola çıkarak insan ruhu üzerinde önem arz eden fedakârlık, sevgi mefhumlara dilim döndüğünce değinmeye çalışacağım.
III. Vlad Hakkında
Stoker’ın ellerinde, kan içerek yaşayan ürkütücü bir varlığa dönüşen Eflak Prensi III. Vlad[4] (1431-1476) aslında gerçekten yaşamış bir karakterdir, tarihte oldukça gaddar zalim bir komutan olarak bilinir. Düşmanlarını hatta kendi halkından olanları dahi kazıklara oturtmuş bir yöneticidir. Osmanlı ile de bir türlü yıldızı barışmamış, her fırsatta vergi ödemeyi reddetmiş Osmanlı elçi ve askerlerini kazıklayıp idam ettirmiştir. Kısaca kendisi dışında kimse tarafından sevilmeyen biriyle karşı karşıyayız ve bence Stoker III. Vlad’i seçerek edebi anlamda yerinde bir tercih yapmıştır, zira III. Vlad başlı başına insanın şeytanlaşmış bir temsilidir.
“Çünkü ölüler hızlı gider[5].” (a.g.e., sy.21)
“Dracula” Neden Önemli Bir Romandır?
Dracula her ne kadar sekiz karakter[6] arasında geçen ürkütücü bir sürek avını konu edinse de aslında bir aşk romanıdır. Oldukça dramatik bir yapıda seyreden bu aşk hikâyesi, kişisel mektuplar, haber kupürleri, günlükler, röportajlar, telgraflar ve benzeri belgelerden mütevellittir. Okuyucu diyaloglarla değil, diyaloglara konu olabilecek iletişim araçlarıyla yalnız kalır. Bu anlamda oldukça gerçekçidir zira yazışmaları bir başkasından değil bizzat yaratıcısının ağzından duyarsınız. Bu yoğun yazışmaların tam ortasında kalır okuyucu işte burada eksiksiz bir malumat akışı gerçekleşir. Bu sırada devasa bilgi alışverişinin karşısında sarsılan ve zorlanan okuyucu zihni duyguların, içgüdülerin ve korkunun bizzat kendisinden feyz alır. Dracula’nın edebiliği ya da sanatsallığı tartışılabilir bir konudur bunu kabul edebiliriz ancak romanın tuhaf bir çekiciliği de var, bence bunun nedeni okuyucunun aracısız olarak birçok duyguyu karakterlerin bizzat kendi kaleminden direkt hissetmesi ve işlenen konunun hep eksik kalması, karakterlerin eksik kalmış cevaplanmamış birçok gizemli tarafının mevcut olmasıdır. Dracula en fazla ‘remake’ (aynı filmin farklı prodüksiyonları) yapılmış romandır bence. Yönetmen ve senaristler bu boşlukları doldurarak türlü türlü Vampir ve hortlak tarzı filmler çekmişlerdir, film endüstrisinde en Dracula kadar bereketli başka bir senaryo yoktur sanırım.[7] “Tamamlanmamış olan” bir romanın film endüstrisine bu denli hizmet etmesi de tuhaf bir ironi olarak karşımıza çıkıyor. (Stoker, okuyucudan romanı tamamlamasını beklemiş olabilir mi, neden olmasın.)
“Dracula neden önemli” sorusunun bir diğer cevabına gelince… Stoker, -romanı kaleme alırken edebi ya da sanatsal bir dil kullanmamış olsa da- diyalogların ve psikolojik tahlillerin bu denli az olduğu belgesel bir romanda, insan duygularını tasnif etmede ve bunu okuyucuya aktarmada büyük ustalık göstermiştir. Bu anlamda Dracula oldukça ilham verici bir metin olarak karşımıza çıkıyor.
Kötülükle Mücadele ve “Fedakârlık”
Fedakârlık, sevdiğin değer verdiğin bir şeyi/varlığı kaybetmek uğruna, kendini değil de Ötekini düşünüp kollamakla alakalıdır. Bu anlamda oldukça güçlü bir karakter icap eder. Kötülükle mücadele de aynıdır; kişi tarafsız yani adaletli olmalıdır aksi takdirde ortada ne insanlık ne de yaşanabilir bir dünya kalmayabilir. Bu bağlamda Stoker, romanında, sonuna kadar direnen fakat insanlıktan yana oyunu kullanan karakterleri okuyucuya sunmuş. Örneğin romanda birbirlerine deliler gibi âşık olan Lucy ve Arthur vakasına bakalım; biricik aşkının bir ucubeye (kan içmeye istekli ateşli bir müride) dönüşmesine şahitlik eden Arthur bakın günün sonunda Dr. Van Helsing’e yalvararak neler diyor: “Dilediğinizi yapın, dostum; dilediğinizi yapın. Artık bunun gibi bir dehşet var olamaz…” Bu tarz fedakârlık örnekleri romanda oldukça geniş yer tutar, okuyucu bir bakıma insanlık için mücadele eden bir grup iyi insanla birlikte hareket ediyor gibi hisseder.
Mistik Bir Roman: “Scholomance” Örneği
Dracula edebi bir tür olarak mistik bir roman özelliği taşımıyor görünebilir lakin ben öyle düşünmüyorum, metinde Stoker’ın karakterlerin ağzından bize ilan ettiği birtakım mistik gizemler var diye düşünüyorum, örneğin: “Arminius’un anlattığına göre Draculalar büyük ve asil bir ırkmış, ama arada sırada, çağdaşları tarafından şerle ilişkisi olan çocukları olduğuna inanılmış. Onun sırlarını, dağların arasındaki Hermanstad Gölü’nün üzerinde şeytanın onuncu âlimi kendi hakkı saydığı Scholomance’de öğrenmişler. Kayıtlarda -‘stregoica’, ‘cadı’, ‘ordog’, ve ‘pokol’- şeytan gibi sözcükler vardı ve bir yazmada bu aynı Dracula’dan ‘wampyr’ diye bahsediliyordu…” (a.g.e., sy.273)
Neil Gaiman Önsözü Hakkında
Kitabın İthaki Yayınlarına ait baskısında yer alan Geiman’a ait Önsöz okuyucu için hayati öneme sahip. Bu girizgâhta Geiman, Dracula’nın modern dünyada neden okunduğunu, filme çekildiğini -kısaca edebi cazibesini- gerekçeleriyle açıklıyor. Bahsi geçen önsözden bahsedip henüz romanı okumayan okuyucuyu örselemek istemem ancak burada Geiman’ın önemli bir saptamasını izah etmek gerekiyor: İşin özü şu aslında: Dracula bağımlılık yapan bir roman. Geiman, okuyucunun romanı okuduktan sonra kesinlikle bir kenara bırakamayacağını dile getiriyor, romanı bir sinekkapana benzetiyor, bunu da yukarıda bahsettiğimiz eksik yönlerin eksik karakterlerin varlığına ve okuyucunun merakına bağlıyor. ‘Okuyucu romanı ne zaman tamamlarsa o zaman rafa kaldıracaktır’ demek istiyor.
Not: Bram Stoker’ın başarılı ya da başarısız bir yazar olup olmaması artık önemli değil, on yaşındaki okuyucunun dahi bildiği bir film karakterinden bahsediyoruz burada, sorgulanması gereken şey başka. Oda şu: Stoker, dünyanın umurunda olmayan, Karpatlar’da yaşayan, Doğulu ve vahşi bir karaktere sahip bir Rumen prensinin değil de İngiltere’nin göbeğinde sarayda doğmuş oldukça meşhur soylu bir prensin öyküsünü yazsaydı durum nasıl olurdu? İşte Dracula’nın ve Bram Stoker’ın başarısı bu sorunun cevabında gizlidir; takdir her zaman olduğu gibi okuyucunun…
Can Murat Demir
[1] Vampir, Kurtadam, Cadı vs.
[2] 1448’den ölümüne kadar üç kez Eflak Voyvodası olmuş Rumen komutan ve lider.
[3] Bram Stoker, Dracula İthaki Yay. İst.
[4] Tarihe bakıldığında III. Vlad’in ve ‘Dracula’nın kişilik olarak yakın oldukları görülür, Stoker romanı yazmadan önce iyi bir tarih okuması yapmış olabilir.
[5] 1992 yapımı Dracula adlı filmde “ölüler hızlı seyahat eder” şeklinde çevrilmiştir.
[6] Jonathan Harker, Mina Harker, Lucy Westenra, Dr. Van Helsing, Renfield, Dr. J. Seward, Arthur Holmwood, Quincey Morris.
[7] 200’e yakın bir filmden bahsediyoruz. Burada “Dracula”dan esinlenilen romanları saymıyorum bile.