Unutmak kolaydır suçlamak kolaydır
Aslolan beslenip bir gül fidanı gibi
Yaşamın yapraklarıyla geçmişin toprağından
Bir gün bile yitirmeden bulutlar içinde
Güneşin yolunu
Geleceğe güller sunmaktır
Geleceğe güller sunmaktır.Şükrü Erbaş
Bilmezler yaşamayanlar,
Nasıl korku verir sessizlik insana;
İnsan nasıl konuşur kendisiyle;
Nasıl koşar aynalara,
Bir cana,
Bilmezler.Orhan Veli
Türkiye’de Köy Enstitüleri’nin gerçekleştirmeye çalıştığı imece düşüncesi, teorisiyle ve pratiğiyle nasıl bir geleneğin ürünüdür? Anadolu’da “dost” ve “dostluk” sözcükleri hemen her bakımdan, kavramın en geniş olumlu ve olumsuz anlamında toplumsal yaşama ve ilişkilere anlam ve içerik kazandıran iki sözcük, hatta iki kavramdır. Hayatımızda bu iki sözcük kadar etkili başka sözcükler var mıdır? Dost veya dostluk hakkında yüzyıllardır türküler yakılır, şiirler yazılır, şarkılar bestelenir, maniler söylenir. Dilimizde, düşüncemizde, yaşamımızda, ilişkilerimizde, hayata bakışımızda bu kadar etkili olan, dost (ve dostluk) sözcüğüyle yarışabilecek belki de tek bir sözcük vardır: “aşk”. Bu kadar anlamlı, daha doğrusu çok anlamlı kullanılan başka bir sözcük yoktur denirse yeridir. Dost ve dostluk hakkında yazılanlarda ve söylenenlerde umutlar ve arayışlar, bekleyişler ve arzular, beklentiler ve korkular, hayal kırıklıkları ve yabancılaşma dile getirilir.
Çare yine dostta ve dostlukta aranır. Umudu ve arzuyu gerçekleştirecek olan da, arayışları, bekleyişleri ve beklentileri yerine getirecek olan da, hayal kırıklıklarından kurtaracak ve yabancılaşmadan çıkışı mümkün kılacak olan da yine dost ve dostluktur. Öyle gözüküyor ki, Türkçe ve Osmanlıca yazılan ve söylenenleri ölçü alırsak 13. Yüzyıldan, Hacı Bektaşi Veli’nin Analdolu’ya gelişinden beri bu topraklarda dost ve dostluk üzerine yazılıp çizilir, yakılıp söylenir. Yunus Emre’yle, ama özellikle Pir Sultan Abdal ile dost (ve dostluk) sözcüğü hayatımızdaki ve dilimizdeki merkezi önemine kavuştu. Bilebildiğim kadarıyla dilinde, günlük hayatında, entelektüel dünyasında, umutlarında ve gelecek tasarımında dost ve dostluk sözcüklerinin bu kadar etkili olduğu Anadolu kültüründen başka bir kültür bulunmamaktadır. Dili değil de coğrafyayı, yani Anadoluluğu ölçü alırsak ünlü Alman filozofu Hegel’in felsefe tarihine dair derslerine göre dostluğun ve onun karşıt kavramı olan düşmanlık hakkında ilk derin felsefi fikirler de Anadolu’da Milattan Önce beşinci/altıncı yüzyılda Efesli/Ephesoslu Herakleitos tarafından düşünülmüştür.
Hasan Ali Yücel’in kurduğu ve İsmail Hakkı Tonguç’un gerçekleştirdiği Köy Enstitüleri geleneği ve kültürü, 20. yüzyılda Nazım Hikmet’e ve Âşık Veysel’e kadar uzanan uzun ve zengin bir tarihin ürünüdür. Bu kısa yazıda amacım Köy Enstitüleri’nin tarihini veya düşüncesini ortaya koymak değildir. Köy Enstitülüler bunu zaten yapıyor. Anılarıyla, araştırmalarıyla, deneyimleriyle her gün bu tarihsel önemli deneyin yeni bir yanına ışık tutuyorlar. Bu yazıda amacım daha çok Köy Enstitüleri düşüncesine ve pratiğine temel oluşturan “dostluk” kavramının ana hatlarıyla anlamını ortaya ve düşünce tarihini ortaya koymaktır. Yazı, dostluk kavramına ilişkin bir giriş, belki de bir hazırlık yazısı olarak okunabilir.
Pir Sultan Dost Diye Kimi ve Neyi Arar?[2]
Adam Smith’e Göre Yabancılaşmanın Kaynağı Nedir?
Pir Sultan Abdal’ın “Bir dost bulamadım gün akşam oldu” dizesini hepimiz ezbere bilir ve söyleriz.[3] Bazen farkında olmadan mırıldandığımız bile olur. Dost nedir? Dost olan kimdir? Dost, Pir Sultan’ın bütün bir “dünyada ağlar gezerken”, bir ömür boyu arayıp da bir türlü bulamadığı insan türüdür. Dostluk bu insanların birbirleriyle girdiği ilişki biçimi ve birbirleriyle kurduğu yaşam tarzıdır. Ne diyor Pir Sultan:
Ben de şu dünyada ağlar gezerken
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
Bu arayış başarısız olduğu için, ozan efkârla dolar, efkârla okur, efkârla yazar. Hatta:
Yazıktır şu geçen ömrüme yazık
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
diye hayıflanır. Zira bu dünyada yaşanan ömür insan onuruna yakışmamaktadır, insan ilişkilerinin gereklerine uymamaktadır. Ne var ki gün akşam olmasına karşın bir dost bulamaz. İskoç filozoflarından Adam Smith Ulusların Zenginliği adlı eserinde insanın bütün bir ömrünün birkaç dost edinmeye bile yetmediğini belirtir. Pir Sultan 16. yüzyılın ozanı; Adam Smith 18. yüzyılın bir filozofudur. Pir Sultan Anadolulu bir ozandır. Smith, bir İskoç filozofudur. İki farklı kişilik aynı zamanda çok farklı kültürlerin ve coğrafyaların insanlarıdır. Buna karşın aynı gözlemde bulunuyorlar. Pir Sultan “Bir dost bulamadım gün akşam oldu”, yani bir ömür geçmesine rağmen bir dost bulamadım diye hayıflanırken; Smith “Uygarlaşmış toplumda insan tüm zamanlar büyük çokluğun yardımına ihtiyaç duyar, fakat ömrü birkaç kişinin arkadaşlığını/dostluğunu kazanmaya yetmez” diye belirtir.[4] Ozan da, filozof da sorunu tarihselleştirir. Biri Anadolu’da 16. yüzyılda geçen bir ömre karşın dost bulamadığından yakınırken, diğeri insanların ömür boyu birbirlerinin yardımına ihtiyaçları olmasına rağmen kocaman bir ömrün birkaç dost edinmeye yetmediğine, yani bir çelişkiye, hatta paradoksa işaret eder. Öyleyse günün akşam olmasına, yani bütün bir ömrün geçmesine karşın kimsenin bir dost bulamaması hem evrensel hem de yüzyılların bir sorunudur diyebiliriz.
Pir Sultan’ın yakındığı ve Smith’in tespit ettiği bu acı durum elbette insanın insan olarak kendisine yabancılaşmış olmasına ilişkin bir göstergedir. İnsanların birbirlerine yabancılaşmış olan ilişkileri bunun en iyi kanıtıdır. Herkes herkesi kendisinin yabancısı olarak algılıyor, kendisinin eşit ve özgür diğer beni olarak değil. Öyleyse açıklanması gereken toplumsal olgu yabancılaşmadır. Pir Sultan’ın bütün “dünyada ağlar gezerken” şiirinin üçüncü dörtlüğünde bir dost bulamıyor olmanın efkârını ve üzüntüsünü son derece dramatik ve hüzün verici ifadelerle, örneğin “Akıttım gözümden kan ile yaşı” gibi ifadelerle dile getirir. Ozan insana ve insan ilişkilerine dair yapmış olduğu bu gözlemi, basit bir şekilde “insanın fıtratında vardır” diye anlamsız kaderci iddialar ileri sürüp, işin içinden çıkmaz. Tersine, bu yabancılaşmanın, insanın yapıp ettiklerinden mi yoksa insanın özünden mi kaynaklandığını sorgular. Önce şiirin ikinci dörtlüğünde bilincimizi ve zihnimizi berraklaştıran bir tespitte bulunur: “Bozuk şu dünyanın temeli bozuk”. Öyleyse Pir Sultan’a göre sorun dünya çapında olan temel ve yapısal bir sorundur. Bozukluk dünyanın ta temelinden kaynaklanmaktadır. Fakat Ozan bu belirlemeyle yetinmez. Yapmış olduğu ve içermeleri bakımından son derece derin olan bu belirlemesinden sonra sorgulamaya başlar.
Şiirinin dördüncü dörtlüğünde “Bilmem amelimden bilmem özümden” diye sorgular. Ozan kendisinin ortaya attığı bu soruya yanıt vermez, ama dost aramaktan da vaz geçmez. Pir Sultan için bu romantik bir ideal, fakat gerçekleşmesi mümkün olmayan bir tutku değildir. Eğer sorunun kaynağı “amel” ise, bu, yabancılaşmanın ve dostluğun yok oluşunun nedenin insanın yapıp ettiklerinden ve ilişkilerinden kaynaklandığına işaret eder. Zira amel insanın kendisinin yapıp ettiklerine, eylediklerine işaret eder. Bu durumda sorun, insanın kendi yapıp ettiklerinden, işinden gücünden, çalışma tarzından, edimlerinden ve kendi faaliyetlerinden kaynaklanmaktadır. İnsan kendisinin yaratmış olduğu sorunun kaynağını bilebilir ve sorunu yine kendisi çözebilir. Bunun için gökten kurtarıcı bir mesihin gelmesini beklemesine gerek yoktur. Eğer sorunun kaynağı insanın özündeyse, bu durumda insanların birbirlerine yabancılaşmış olan durumunu, dünyanın ölçüsünün ve gidişinin bozukluğunu bir kader olarak kabul etmek gerekir. Fakat Ozan durumu kabullenemez. İnsanların birbirleriyle kurduğu yabancılaşmış, yapısal olarak ilişkilerinin tümünü kapsayan ahlak dışı ilişkileri bir kader olarak kabul etmek istemez, çünkü bu durum insana “müstahak” değildir. Ozanımız sorunun derin bir analizine ve sorunun kaynağına dair belirlemeler yapmaz. Onu romantik bir arayı içine iten de budur: Nedenini henüz tam olarak açıklayamadığı, fakat kabullenemediği de bir soruna çaresiz, ama isyankâr çözüm arayışı içindedir. Fakat sorunun dünyanın düzeni ve gidişatıyla ilgili olduğunu, böylece sorunun çözümünün de insana çok uzak olamayacağını belirtmiştir.
Pir Sultan’ın 16. yüzyılda ortaya attığı soruya yanıt Adam Smith’ten gelir. Yukarıda anmış olduğum eserinin ikinci bölümünde Smith, söz konusu yabancılaşmaya ve sonunda dostlukların yok olmasına ve bir daha oluşamamasına işbölümünün neden olduğunu göstermiştir. İşbölümü özel mülkiyetin, toplumda tabakalaşmanın ve İngiliz filozoflarından John Locke’un gösterdiği gibi sonunda ailenin de kökenidir. Locke, Hükümet Üzerine İkinci Deneme’sinde piyasa ilişkileri oluşmadan önce insanın mülkiyet edinme bakımından ancak kendine yetecek kadar üretebildiğini, fakat piyasa ilişkilerinin oluşmasıyla birlikte toplumda mülkiyetin eşitsiz dağılımının da başladığını ve bunun sonucu olarak toplumda zenginler ve yoksullar arasında ayrımın da oluştuğunu belirtir.[5] İnsan ilişkilerine sinmiş olan yabancılaşmanın kaynağına ilişkin olan bu kavrayış, modern filozofların hemen hepsinin paylaştığı ve bilimsel olarak açıklamaya çalıştığı bir kanaattir.
Fakat burada dostluğun yok oluşuna ve insanın kendisine yabancılaşmasının nedenine dair sergilediklerimiz henüz dostluğun ne olduğunu açıklamıyor ve tanımlamıyor. Dostluğun ne olduğuna dair soruya bilimsellik anlamında sıkı felsefi bir yanıt vermeye girişmeden önce günlük hayatımızın ve günlük bilincimizin konuya ilişkin ne üretmiş olduğuna bakmakta fayda vardır.
Filozoflar Dostluk Konusunda Halktan Ne Öğrenebilir?
Halkın Günlük Dilinde ve Hayatında Dostluk Kavramına Dair Tanım Denemeleri
Spontane halk bilgeliğinde dostluğa dair derin ve kapsamlı bir kavram oluşmuşa benziyor. Zira sonunda herkesin başını omuzuna koyabileceği bir diğer bene ihtiyacı vardır. Şöyle ki; bir internet sitesinde “Dost Nedir?” diye soruluyor.[6] Bununla halkın günlük hayatta dostluktan ne anladığı, dostluk hakkında spontane ne düşündüğü farklı yanlarıyla ortaya çıkarılmak isteniyor. Soruya verilen yanıtlara bakılınca halkın konuya dair şaşırtıcı derin bir kavrayışa sahip olduğu görülmektedir. Tartışmaya yanıt verenlerden “Murat Kahveci”, “dost; aşk ile neredeyse aynı duyguları tattırır” diye yanıtlıyor bu soruyu. Bu durumda, aşağıda Yunus Emre bağlamında göstereceğim gibi, dostluk ile aşk arasında yakın bir ilişki var demektir. Fakat aşk ve dostluk aynı şeyler değildir. Kahveciye göre, dostluğa dayanan ilişki ile aşka dayanan ilişki arasında ilkesel bir fark vardır. Aşka dayanan ilişki, dostluğa dayanan ilişkiden ilkesel olarak bir bakımdan farklıdır. Kahveciye göre aşk aynı zamanda diğerine dair cinsel arzuyu da içermektedir. Bu nedenle dostluk ve aşk “aynı duyguları tattırır” derken “cinsel (duygu -DG) hariç” diye sınırlıyor hemen, iki ilişki biçimi arasındaki benzerliği vurguladıktan sonra. Bu durumda aşk ilkesine dayalı ilişkinin (cinsel arzu hariç) nasıl bir ilişki olduğuna ve hangi özelliklere sahip olduğuna açıklık getirmek gerekecektir.
Birine âşık olmak demek, cinsel arzuyu ilgilendiren boyutlarını bir tarafa bırakacak olursak, her şeyden önce diğerini en az kendin kadar sevmek demektir. Bir insan bilerek ve isteyerek kendisini nadiren aldatmak ister. Diğer bir deyişle âşıklar, dolayısıyla dostlar birbirlerine karşı açık ve dürüst olurlar. Aşk ve dostluk yalan, hile, oyun ve iç hesaplılık götürmez; fakat samimiyet, açık sözlülük ve sadakat gerektirir. Sonuç olarak âşıklar ve dostlar birbirlerine sonuna kadar güvenebilen, birbirleriyle her şeylerini paylaşabilen ve birbirleriyle koşulsuz dayanışabilen insanlardır. Kahveci, dostluk duygusunu aşk duygusu ile kıyaslayınca dostluğu daha “sadakatli” bulmaktadır. Zira aşk duygusuna dayanan ilişkilerde, temel oluşturan duygu sönümlenince bu ilişki döneminde oluşan dostluk duygusu çok nadiren devam ettirilebilmektedir.
“Nazlı Menşur”, dost, “Sen yokken (senin –DG) hakkında (onun –DG) yanında konuşulamayan kişidir.” Nazlı Menşur’a göre bu çok “(n)et”tir. “Aksi”, diyor, “son derece irrite edici”. Dostları dost yapan Nazlı Menşur’un burada talep ettiği karşılıklı özdeşliktir. Dostlukta esas olan, herkesin birbirinin özü, yani ünlü İskoç filozofu David Hume’un tabiriyle herkesin birbirinin “ikinci beni” olmasıdır. Fakat bu özdeşliği tek yanlı almamak gerekir.
Halk, günlük hayatında bile son derece karmaşık konulara dair bakış geliştirirken sonunda kapsamlı ve tüm ayrıntıları, her şeyi kendi gelişimi içinde tüm çelişkileri ile gören diyalektik bakışı geliştirebiliyor. Başka bir tartışmacı olan “Black Feelings” söz konusu diyalektik bakışı en iyi yakalayanlardan biridir. Dostluk ilkesiyle birbirine bağlı olanları şöyle tanımlıyor: “Gece ve gündüz gibi dostları olmalı insanın” diyor ve devam ediyor: “Birbirinin zıddı olsa da birbirinden ayrı zikredilmemeli” dostlar. Dolayısıyla dostluk, sanıldığı gibi farklılığı, çelişkiyi, hatta çatışmayı dışlayan bir ilişki türü değildir. Halk dilinde “Dost acı söyler” özdeyişinde de ifade edildiği gibi, dostluk tam da dostun her şeyine, davranışlarına, sözlerine, yapıp ettiklerine son derece eleştirel, belki de acımasızca eleştirel bakmayı gerektirmektedir. Fakat dostlar duygularında ve düşüncelerinde birbirlerine zıt olsalar, hatta davranışlarında birbirleriyle zıt düşseler de yürüyüşlerinde ortak, yani yol-daş kalabilmelidirler.
Dostluk, “Mey Uzay”a göre, “kişiye göre” değişebilir, “bazen bencillik” gibi gelebilir ve “kendisinin iyi olması için dostunu iyi” yapabilir. Fakat buna rağmen dost insanın “içini ısıtır”, çünkü “umut gibidir ya da gökkuşağı” gibi. “Ali Şefik Deniz”in açılımı konuya yeni bir boyut kazandırıyor gibidir: “Gerçek dost, elini tuttuğunda kalbine dokunandır.” Çetin Metin buna yeni bir boyut kazandırarak ekliyor: “Dost post gibidir, üşüdüğünüzde ısıtır.” Bu anlamda “Osman Aslan” dostluk için “Hayatta parayla alınamayacak en değerli şey”dir diyor ve devam ediyor: “(S)enin derdini kendi derdi gibi gören dosttur”. Öyleyse dost, “Müslüm Yıldırım”a göre, “iyi ve kötü günde hep yanında olan”, “senin sırdaşın olan insandır”. Dolayısıyla, “Nemli Gözler”in işaret ettiği gibi, “Seni yargılamadan dinleyen, hiçbir çıkar gütmeden yanında olan, sen güldüğünde gülen, ağladığında sorunlarına ortak olan, seni tüm benliğinle sevendir Dost.” Bu nedenle, “Aşkın Romansı”nın vurguladığı gibi “dost, yayında her tür psikolojik savunma mekanizmalarına boş verdiğimzdir”. Bu özelliğinden dolayı dost, yanında tam anlamıyla maskesiz olduğun kişidir” bir başkasına göre. Bunun tamamlayıcısı olarak “Nemli Gözler” ekler: “Dost, olduğu gibi görünen, göründüğü gibi olandır. Yalandan çıkarları için yanında var olan değildir…” Dolayısıyla, “Gerçek dost, dost gibi görünmeyen ve zor günlerinde yanında olandır” “Kemaleddin Çiçek”e göre. “Abdurrahman Yaşar”, ancak bu koşulları yerine getiren, yani “bu dünyadaki son ekmeğini”, “son derdini”, “son mutluluğunu”, “son duygularını”, sona ne kalmışsa sonuna kadar paylaşabileceğiniz tek insandır” dost diyor.
Görüldüğü gibi, günlük bilinçte ve hayattan kazanılan ve dostluğa dair son derece yüksek talepler ifade eden kişileri basit bir şekilde naif anlamında saflıkla suçlamamak gerekir. Zira bu insanlar dostluğa dair karmaşık diyalektik bir bakış yakalayabildikleri gibi, aynı zamanda son derece gerçekçi bir bakış açısı da geliştirebiliyorlar. Çağımız ne yazık ki insan ilişkilerine çıkar ilkesinin hâkim olduğu bir çağdır. “Mir Can”, son derece derinlikli ve kapsamlı bir dostluk tanımı yaptıktan sonra, dostlukta pekâlâ düşmanlığında saklı olduğuna işaret ediyor. Mir Can’a göre çıkar ilişkileri ve hiyerarşik ilişkiler dostluğun kuyusunu kazmaktadır ve sonunda dostu düşman yapabilmektedir. Günlük hayatımızda “dost kazığı” diye bir tabirin üretilmiş olması rastlantı değildir. Hatta “Habip Yağmur”a göre, dost “mitolojik bir canlı türüdür”, çünkü dost, “(y)üreğinizin kapılarını ardına kadar açıp, en zayıf halini saklama ihtiyacı duymadan, önyargılardan uzak, koşulsuz başını omuzuna dayayarak, utanmadan ağlayabileceğiniz” kişidir. Tartışmaya katılanlardan biri retorik olarak soruyor dost “kaldı mı ki, tarifini yapayım?” diye ve buna “Irmak Işık” ekliyor: “Dost mu? O da kimmiş?” “Şeref Toprak” ise dostluğu “unutulmuş zanaat” olarak tanımlıyor. Fakat buna rağmen hiç kimse ne dosttan ne de dostluktan vazgeçebiliyor. Neden? Konuya dair günlük hayatımıza yansıyan günlük bilincimizden aktardıklarımız en azından günlük deneyimlerimiz açısından yeterince açıklayıcıdır. Fakat konu daha derinlikli anlamı olan şiirlerimize ve bilimsel ve felsefi çalışmalara yansımıştır. Dost ve dostluk kavramlarını şairlerimizin nasıl kavramlaştırdığına yakından bakalım.
Yunus Emre ve Aşk Kavramı
Hiç kimse dostlar ve dostluk ile sayısız olumsuz deneyimine karşın dosttan ve dostluktan yine de vazgeçmez, vazgeçemez. Anadolu halk ozanlarının şiirleri ve deyişlerimiz dostun kazığından, dostun ihanetinden, en çok ihtiyaç duyulduğu bir anda dostun yalnız bırakmasından, dostun düşman olmasından yakınan sözlerle ve gözlemlerle doludur. Buna karşın, yukarıda gösterdiğim gibi, kimse ne dosttan ne de dostluktan vazgeçiyor. Neden?
Bu duruma açıklamak getirmek için önce Yunus Emre’nin “İşitin Ey Yârenler” şiirine bakmak istiyorum. Bu bize aşk kavramına ilişkin bir fikir verecektir –ki bundan dostluk kavramına dair bazı sonuçlar çıkarmak mümkündür. Zira aşk ilişkisi de dostluk ilişkisinin bir biçimidir. Sonra Âşık Veysel’in “Benim Sadık Yârim Kara Topraktır” şiirine bakacağım. Âşık Veysel insanın dostluk arayışında ontolojik bir dönüşü temsil ediyor ve bu bakımdan yabancılaşma sorununa ilkesel bir çözüm getirmek için aynı zamanda bir çıkış noktası sunmaktadır. Dostluğun mümkün olup olmadığı sorusu bağlamında Nazım Hikmet’in “Dostluk” ve Cahit Sıtkı Tarancı’nın “İmkânsız Dostluk” başlıklı şiirlerini karşılaştırmak istiyorum.
Yunus “İşitin Ey Yârenler” şiirinde yarenlere, yani arkadaşlarına veya yakın dostlarına kendisini dinlemeleri için çağırıda bulunur ve söylemek istediği şeyler kavramın en geniş anlamında aşk üzerinedir. Yunus’un aşk üzerine söylediklerini doğrudan dostluk ilişkisine uyarlayabiliriz. Yunus, yarenlerine insan doğası bakımından aşkın ne demek olduğunu öğretmek istemektedir. Her şeyden önce bu bağlamda aşk kavramına açıklık getirmek gerekiyor. Görebildiğim kadarıyla Yunus şiirinde aşk kavramını çok geniş anlamda, yani tüm yarenler arasındaki ilişkiye şekil veren tutku anlamında kullanmaktadır. Fakat Yunus’un bu bağlamda aşk üzerine söyledikleri sanırım tüm aşk türleri için de geçerlidir. Yunus şiirinin hemen ilk mısrasında aşkı güneşe benzetir: “İşitin ey yârenler aşk bir güneşe benzer”. Burada “güneş” kavramının bir çekim merkezi olma anlamında kullanılıp kullanılmadığını söylemek zor. Fakat aydınlatan, ısıtan ve umut anlamda kullanıldığını kesin olarak söyleyebiliriz. Aşkı zihnimizi aydınlatan, içimizi ısıtan ve bize umut kaynağı sunan anlamında aldığımızda, aşk insanı duygu dolu canlı bir varlık haline getirmektedir. Yunus’a göre, aşktan mahrum olan, aşk duygusundan yoksun olan, bir taşa benzer. Zira şiirin ikinci mısrasında “Aşkı olmayan gönül mesel-i taşa benzer” denmektedir. Gönlü taşa kesmiş olanlar verimsiz olur, dilleri zehir gibi öldürücü olur ve ne dost olurlar ne de dostluk kurabilirler. Zira gönlü taşa kesmiş olanların gönlünde birşey bitmez ve dolayısıyla “dilinde ağu tüter”. “Nice yumuşsak söylese sözü savaşa benzer”.
Bu genel belirlemelerden sonra Yunus, aşk ile dolan gönüller ile taşa kesmiş gönüller arasında bir karşılaştırma yapar: “Aşkı var olan gönül yanar yumuşanır muma döner”/“Taş gönüller kararmış sarp-katı kışa benzer”. Öyleyse aşk, yani aslında dostluk, insanı duygu dolu, empati veya duygudaşlık ve sempati yetisi güçlü insancıl, aydın ve aydınlatan bir varlığa dönüştürür. Buna karşın taş gönüllüler, buz gibi insandırlar, herhangi cansız bir nesneden farkı olmayan mahlûklardır. Şiirinde aşkın, yani dostluğun insanı uygarlaştıran ve insanileştiren, insanı duygu dolu bir varlığa dönüştüren özelliğine işaret ettikten sonra, Yunus aşkın eşitlikçi sosyolojik, halkçı politik boyutuna dikkat çeker: “Ol sultân kapısında ol hazret tapusunda”/“Âşıkların yıldızı her-dem çavuşa benzer”. Burada “çavuşluk” kavramı eşitlik, halkçılık, dayanışma gibi birçok şeyi aynı anda temsil ediyor. Öyleyse aşk ve dostluk duygularıyla dolu insanlar, mal ve mülk peşinde koşmazlar, mevki ve mertebe sahibi olmak için diğer insanlara karşı rekabete girişmezler, seçkici ve aristokrat zihniyetli olamazlar. Bu bakımdan aşk güç ve enerji kaynağıdır (“Aşktır kudret körüğü kaynadır âşıkları”), fakat âşıklar hırslarına ve nefsine sahip olmasını bilen ve kendilerini terbiye edebilen insanlardır.
Aşk ve dolayısıyla dostluk zorunlu olarak diğer ben merkezlidir, diğerini arar, ilkesel olarak yöntemsel bireyciliği değil, öznelerarasılığı temel edinir. Bu nedenle “Âşık gönlü dölenmez mâşukun bulmayınca” der Yunus. Sevgili anlamına gelen “mâşukun” kavramını “diğer ben” olarak geniş anlamda almak mümkündür. Son olarak Yunus aşk ile dünya düzenini ilişkilendirir. Aşkın ve dostluğun, “Kararı yok dünyada pervâzı kuşa benzer”. Ölçüsünü ve ahlaki düzenini yitirmiş dünyada aşk ve dostluk kalıcı olmaz, yani hep anlık, gelip geçici olur demek istiyor Ozanımız.
Kısacası; aşk ve dostluk ahlaka çağırıyor; insanlar dostluk konusunda yaşadıkları tüm hayal kırıklığına rağmen aşktan ve dostluktan vazgeçemiyorlarsa, bu, aşkın ve dostluğun insana diğerini hissettiriyor olmasından, insanı bu anlamda insan yapıyor olmasından kaynaklanıyor. İnsan kendi türünün bilincine ve kendine dair olan bilince, yani özbilince ancak diğerini kendi içinde hissedebildiği, diğerini kendi olduğu, hissettiği ve düşündüğü şekilde kendi duygu ve düşünce dünyasında hissedip düşünebildiği oranda gerçek anlamda insan olabiliyor. İnsanın tek çabası insan olabilmek ve insan kalabilmek değil midir? Her şeye rağmen, yenilen tüm dost kazıklarına, yaşanılan tüm husumetlere ve hayal kırıklıklarına karşın; Ahmet Arif’in “Ay Karanlık” başlıklı şiirinde “Dört yanım puşt zulası, Dost yüzlü, Dost gülücüklü” diye ifade ettiği çıkışı olmayan bir düşmanlık kısır döngüsü içine düştüğümüzde bile dost arayışından ve dostluktan vazgeçemeyişimizin nedeni, insana yabancılaşmama, insan kalabilme çabamızdan kaynaklanmaktadır. Hiç kimsenin dostluktan vazgeçmeyişinin ve her seferinde yeniden umut dolu bir şekilde dost arayışının nedeni budur.
Âşık Veysel ve Dostluk Arayışında Ontolojik Dönüş
Âşık Veysel’in “Benim Sadık Yârim Kara Topraktır” başlıklı türküsünü hatırlayalım. On bir dörtlükten oluşan şiirinde Âşık Veysel, önce, sayısız insana dost diye sarıldığını, fakat her seferinde hayal kırıklığı yaşadığını belirtiyor.
Dost dost diye nicelerine sarıldım
Benim sadık yârim kara topraktır
Beyhude dolandım boşa yoruldum
Benim sadık yârim kara topraktır
Nice güzellere bağlandım kaldım
Ne bir vefa gördüm ne fayda buldum
Her türlü isteğim topraktan aldım
Benim sadık yârim kara topraktır
Bu ilk iki dörtlükten sonra, Âşık Veysel, toprağı, yani doğayı, ona yer yer insani kişilik özellikleri atfederek asıl dostu, en sadık dostu olarak över. Toprak veya doğa insanın hem birey olarak tek tek kişilerin, hem de tür olarak tüm insanlığın tek ve gerçek dostudur. Dost arayışı içinde olan Ozan, şiirinde, yaşadığı hayal kırıklıklarından sonra, dosttan ve dostluktan vazgeçmek istemediği için, insanlığın içine düştüğü yabancılaşmadan çıkmak arzusuyla insanlığı gerçek dost olarak doğaya dönmeye çağırır. Âşık Veysel’in çağırısında bir natüralizm veya doğacılık vardır. Fakat, aynı zamanda, örneğin Heideggerci varoluşçulukta, Habermasçı iletişimsel eylem kuramında olduğunun tersine, pür sosyolojist yaklaşımlar karşısında, yani topluma onun yaşamsal kaynaklarından yalıtılmış olarak bakan görüşler karşısında, ontolojik bakışa da bir çağrı gizlidir. Ozanın ontolojiye çağırısı örneğin “Topraktan ayrılsam nerde kalırım” diye formüle ettiği retorik sorusunda gizlidir. Bu onun için insanlığın içine düşmüş olduğu kendine yabancılaşmış olma halinden çıkış için tek çaredir. Hatta Âşık Veysel’in şiirinde, retoriğine hayran olunarak çağırılan türküsünde bugüne kadar dikkate alınmayan bir doğal teoloji bile vardır. Şiirin 8. ve 9. dörtlüklerinde hakikat sorusuna açık ve hoşgörüyle yaklaşmaya çağrı yapar ve bu bağlamda doğal teolojik duruşunu formüle eder Ozan:
Dileğin varsa iste Allah’tan
Almak için uzak gitme topraktan
İnsan Allah’tan istediğini topraktan almaktadır. Âşık Veysel’in doğayı Tanrı’nın insana yaşamını idame etmek ve hazlarını tatmin etmek için bahşettiklerinin kaynağı olarak doğayı belirlemesi, onu büyük İngiliz filozofu Thomas Hobbes’un konuya ilişkin çözümlemelerinde ileri sürdüğü düşüncelere benzemektedir. Ozan şiirinin 8. dörtlüğünün ilk iki mısrasında, Tanrı arayışı içinde olan ve onun bağışlayıcı gücüne sığınmak isteyen insanı doğaya dönmeye ve onu doğada aramaya çağırır. Böylece Ozan kendisini büyük bir Rönesansçı ve Aydınlanmacı olarak gösterir. Aydınlanmacılık Rönesansçı bakışın derinleşmesidir. Rönesans insanın yüzünü ve gözünü dünyaya ve kendisine dönmesi anlamına gelmektedir. Şöyle diyor Âşık Veysel:
Hakikat ararsan açık bir nokta
Allah kula yakın kul da Allah’a
Hakkın gizli hazinesi toprakta
Benim sâdık yârim kara topraktır
Öyleyse hakikat bilgisi konusunda kimse mutlak ve kesin savlar ileri sürmemelidir ve “Allah”ı yakınında, insanı sürekli başının üstünde taşıyan (“Her gün beni tepesinde götürdü”) toprakta, yani doğada aramalıdır, çünkü onun tüm “gizli hazinesi”, sırları “toprakta”, yani doğada saklıdır. Doğanın sırlarının açığa çıkarılması uzun zaman ve araştırma gerektiren emek işidir. Ozanın şiirinin 5. dörtlüğünün ilk iki mısrasında (“Karnın yardım kazmayınan belinen/Yüzün yırttım tırnağınan elinen”) dile getirilen budur. Yazar tarafından “işkence” olarak tanımlanan, insanın doğaya dair giriştiği bu araştırma ve elde etme çabası ödülsüz kalmamaktadır. İnsan bir taraftan “gülünen”, yani güzellikle ile karşılanırken, diğer taraftan ona “Hak” veya Allah/Tanrı tarafından verilen “(c)ömertlik” (“Bir çekirdek verdim dört bostan verdi”) veya ürün ile ödüllendirmektedir –ki bu pratik ürün zorunlu olarak teorik veya epistemolojik ürünü, yani bilgiyi de şart koşar. Doğan insana tek dost olarak tanımlanırken (“Kolun açmış yollarımı gözlüyor”), 10. paragrafta hekimliği, tıbbın ve sonunda insanın maruz kaldığı hastalıkların dermanının da (“Merhem çalıp yaralarımı düzlüyor”) doğada olduğuna işaret ediyor. Ozana göre, doğanın sırrına erenler, yani doğanın yasalarını, doğal olguları ve olayları kavrayıp açıklayabilenler ve bunları insan yaşamı için verimli hale getirenler dünyada ebedileşebilir. Şöyle diyor Âşık Veysel 11. ve son dörtlükte:
Her kim ki olursa bu sırra mazhar
Dünyaya bırakır ölmez bir eser
Âşık Veysel’in şiirine bir bütün olarak baktığımızda; ilk iki dörtlük “Dost dost diye nicelerine sarıldım”, “Nice güzellere bağlandım kaldım” ve “Beyhude dolandım boşa yoruldum” mısralarını içermesinden ve her dörtlüğün sonunda “Benim sadık yârim kara topraktır” diye bitirdiği için, Ozanımızın sanki insanlar arasında dostluk ilişkilerinin mümkün olmadığını düşündüğü için, yani bu konuda büyük bir şüphe içinde olduğu için, Frankfurt Okulu veya daha tam olarak Adorno ve Horkheimer üzerinden Rousseaucu türden bir doğaya romantik çağırış içinde olduğuna dair bir izlenim uyanabilir. Oysa şiire yakından bakınca, Ozanımızın zaten insanda olan özellikleri doğa dolayısıyla insana, eş deyişle doğanın aynasında insana göstermeye çalıştığı görülecektir. Sanki doğaya çağırılan insana, doğadaki kendisi ve kendisindeki doğa gösterilmeye çalışılmaktadır. Böylece insanlık içine düştüğü yabancılaşmışlıktan kurtulacak ve sonunda nihayet dostluk da mümkün olacaktır. Âşık Veysel’in doğaya çağırısı kanımca böyle bir tarihsel iyimserlikle okununca tüm eserleri ve yaşamıyla daha uyumlu olarak görülebilir.
Nazım Hikmet ve Cahit Sıtkı Tarancı
Dost ve Dostluk Kavramlarına Dair Ayrımın Anlamı
İnsanın hayatı yediği dost kazıklarla, düşmanlıklarla doludur. İnsanlar arasında en büyük düşmanlıkların kökeninde sıkça yenilen dost kazıkları vardır. Belki bize karşı en kurnazca dolapları da onlar çevirmiştir, en haince komploları da onlar kurmuştur, çünkü bizi en iyi tanıyanlar onlardır. Kendine yabancılaşmış dünyada ve toplumda insanlık içinde birkaç on yıl yaşamayı başarmış birisi, geriye dönüp bakınca yaşadığı hayal kırıklıklarının kaynağının sıkça dostlardan başkası olmadığını görecektir. Dostların hayatımızda açtığı yaraların haddi hesabı yoktur. Ümit Yaşar Oğuzcan’ın “Kendime Taşlar” başlığı altında topladığı dörtlüklerden birsi “Dostlarım” başlığını taşıyor. Şair bu dörtlükte bu konuyu bir şiir çerçevesinde belki de yapılabilecek en iyi bir şekilde betimler:
Talihim pek açıktır dosttan, dostluktan yana
Vardır her felakette dostlarımın markası
Öyle çoktur sayılmaz yediğim dost kazığı
Sağlam kalan sadece kulağımın arkası
Dörtlüğün ilk iki mısrasında ironiyle karışık serzenişte elbette büyük bir hayal kırıklığının ifadesi de vardır. Belki de budur Şairin onca intihar denemesinin nedeni. Fakat insanlar dostlarından yedikleri tüm kazıklara, deneyimledikleri tüm korku verici düşmanca olaylara, kısacası yaşadıkları tüm olumsuzluklara karşın dostluktan, dost aramaktan, gerçek bir dost bulma çabasından bir türlü vazgeçmiyorlar, vazgeçemiyorlar. Yukarıda sergilediğim yorumdan farklı olarak kişisel bir okuma ile Âşık Veysel’in “Benim Sadık Yârim Kara Topraktır” şiiri pekâlâ insandan ve insanlıktan büyük bir hayal kırıklığının ifadesi olarak da okunabilir. Buna rağmen Ozanımız “Dostlar Beni Hatırlasın” adlı şiirinde: “Ben giderim adım kalır/Dostlar beni hatırlasın” demekten de kendini alıkoyamaz veya bizzat Ümit Yaşar Oğuzcan’ın kendisine dönecek olursak; Şairimiz “en sevgili dost” için gözyaşlarını esirgemez:
Belki mezar taşımdır, son taşım senin için
Düşünüyor, düşünüyor şu başım senin için
Kör oluncaya kadar bırak sel gibi aksın
Bin taşlama yerine gözyaşım senin için
Bu, ilk bakışta son derece garip olan insanlık halini, yani bir taraftan yediğimiz kazıklar nedeniyle akla hayale gelmez beddualar ettiğimiz eski dostluklara rağmen gerçek bir dost aramaktan vazgeçemeyişimizin açıklamasını, şiir sanatı çerçevesinde belki de en iyi, neredeyse aynı dönemde yaşamış olan Nazım Hikmet’in ve Cahit Sıtkı Tarancı’nın konuya ilişkin yazdıkları “Dostluk” ve İmkânsız Dostluk” başlıklı birbirlerinin tam zıddı olan şiirlerini karşılaştırınca açıklayabiliriz. Vazgeçemediğimiz dost mudur yoksa dostluk mu?
Cahit Sıtkı Tarancı söz konusu şiirinde insanlar arasında, bırakalım gerçek bir dost aramayı, dost aramanın bile beyhude olduğundan hareket eder. Cahit Sıtkı bunun doğada, yani ontolojik olarak temellendirildiğinden hareket eder. Şiirin daha ilk mısrasında “Değil kardeşim, dal yeşil değil, gök mavi değil” denirken, ilkesel şüpheci bir bakış ile her şeyin yalnızca bir görünüşten ve dolayısıyla bir yanılsamadan ibaret olduğu ileri sürülür. Varlıkta temellendirilmiş olan bu epistemolojik durum kaçınılmaz olarak herkesin kendi özel dünyasında (“Ben hangi âlemdeyim, sen hangi âlemde!”) olmasına ve oraya hapsolup kalmasına neden olmaktadır. Şairimiz bu son mısrasını “Bilsen!” diye başlatır ve bununla dostluk arayışında insanların aslında bir yanılsama içinde olduğuna işaret etmek ister, çünkü insanlar kendi dünyalarına kapanıp kalmıştır. Farklı dünya algısı üzerinden kurulan özel “âlemler” herkesin aynı zamanda hiçbir şekilde ilişkilenemeyen ayrı zihin yapısının ve tasavvur dünyasının oluşmasını da beraberinde getirir. Bu nedenle Cahit Sıtkı “Aklından geçer mi dersin aklımdan geçen şeyler?” diye retorik olarak sorar. Herkesin birbiriyle ilişkilenmeyen ayrı tasavvur ve akıl dünyası doğal olarak herhangi bir duygudaşlığın (empati/sempati) oluşmasını da engeller. Kendi sorduğu soruya Şairimiz “Sanmam!” diye önceden bildiği yanıtı verir. Dolayısıyla dostluk hiçbir şekilde mümkün değildir. Bu varlıkta temellendirilmiş, düşünce ve duygudaşlığın oluşmasını engelleyen durumu Şairimiz dünya zenginliğinden eşit pay almamaya, yani mülkiyet ilişkilerine dayandırır. Fakat mülkiyet eşitsizliği toplumsal ilişkilerde değil de sanki yine doğada temellendirilmiştir: “Yıldız ve rüzgâr payımız müsavi değil” der Cahit Sıtkı. Bu nedenle rüyalarımız (“Sen kendi gecende gidersin, ben kendi gecemde”) ayrı olduğu için yaşam denilen yürüyüşümüzde de, yani hayat denilen güzergâhımızda da tamamıyla ayrıyızdır: “Vazgeç kardeşim, ayrıdır bindiğimiz gemiler!” Cahit Sıtkı’nın “Memleket İsterim” şiiri “İmkânsız Dostluk”ta betimlediği hikâyeden başka bir hikâyenin, orada betimlenen dünyanın tam zıddı olan eşitlikçi bir dünyanın öyküsüdür:
Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.
Memleket isterim
Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
Memleket isterim
Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun;
Kış günü herkesin evi barkı olsun.
Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikâyet ölümden olsun.
Cahit Sıtkı’da gördüğümüz bu kararsızlık, tüm hayal kırıklıklarına rağmen dostluktan, gerçek dost arayışından vazgeçememe, Pir Sultan Abdal’dan ta Ahmet Arif’e ve Nevzat Çelik’e kadar uzanır. Bu ise bizi Nazım’ın “Dostluk” şiirine götürüyor. Nazım Hikmet “Dostluk” başlığını taşıyan şiirinde “dost” ve “dostluk” kavramları arasında felsefi açıdan da çok önemli olan ince bir ayrıma gider –ki bu, onun aynı zamanda derin bir felsefi bakışa sahip olduğunu da gösterir. Bu şiirinde Şair önce dostun kim olduğunu, ne yaptığını, dostun dostuna karşı nasıl büyük bir özveri ile davrandığını betimler. İlk dört mısrasında şiirin şöyle denir:
Biz haber etmeden haberimizi alırsın,
yedi yıllık yoldan kuş kanadıyla gelirsin.
Gözümüzün dilinden anlar, elimizin sırrını bilirsin.
Namuslu bir kitap gibi güler, alnımızın terini silersin.
Nazım, dost olanı burada Cahit Sıtkı’nın “İmkânsız Dostluk” adlı şiirinde mümkün görmediği derin duygudaşlık ve dayanışma kapasitesi olan ve pratik olarak da tutarlı bir şekilde buna uygun davranan insan tipini betimler. Fakat sonra ilk dörtlüğü takip eden dörtlükte “O gider, bu gider, şu gider” diyerek, dostların (belki eşyaların da) insan hayatında hep gelip geçici olduğuna işaret eder. Dostların gelip geçiciliğini burada yalnızca yenilen dost kazıklarından, oluşan çıkar çatışmalarından dolayı negatif olarak alıp açıklamamak gerekir. Dostların geçiciliği pekâlâ değişen ilgilerden, duygulardan, eğilimlerden vesaire de kaynaklanabilir. Daha sık görülen, fakat pek dikkate alınmayan şekliyle dostların gelip geçiciliği, dünyanın ve yaşamın zorunluluklarından, hayatın insanı alıp önceden hiç görmediği bir yerlere savuruyor olmasından da kaynaklanıyor. Yaşamın hali budur –en azından şimdilik bu. Nazım şiirini “dostluk, sen yanı başımızda kalırsın” diye tamamlar.
Nazım’ın “dost” kavramı ile “dostluk kavramı” arasında yapmış olduğu bu ayrımın derin felsefi anlamı ve insan ilişkilerini anlamamız açısından önemi, ne kadar vurgulansa azdır. Nazım’ın öz ve görünüm diyalektiğinden hareketle yaptığı bu ayrım, hayata basit bir şekilde bir hayal kırıklığı olarak bakmamızın önüne geçmekte ve bizi hayata dair daha dinamik düşünmeye sevk etmektedir. Bu bakımdan ilişkilerimizde kalıcı olan, bizi hiç terk etmeyen ve dolayısıyla bu değişken dünyada herhangi somut bir kişiye işaret etmeyen dostluktur, dostlar değil. Bu nedenle dostların gelip geçici olması bizi hayal kırıklığına uğratmamalı. Hayat savurduğu, duygular ve eğilimler değiştiği zaman, dostumuzun yoksunluğu acı da verse, içimizde hayal kırıklığı da uyandırsa diğerini serbest bırakmasını başarabilmeli insan. Zira dost olarak gidenin genel olarak dostluğu değil, somut olarak hayatımızdaki güncel dost oluşu bitmektedir ve ileride yeniden başlama potansiyelini kendinde barındırır. Kaldı ki insan ilişkilerinde mekân ve yaşam alanı ortaklığı şartı, yeni iletişim ve bilişim sistemleri dolayısıyla oldukça esnek bir şarta dönüşmeye başlamıştır.
Çoklarımız için daha büyük mesele, yenen kazıklar, dost tuzaklarına kurban girmedir. Bu durumda kızsak ve öfkelensek bile, kin tutamamalıyız, nefret etmemeliyiz. Bu tür “dost kazıkları” insanın kendisine ve insana yabancılaştıran, insanın bir ömür boyu tam olarak güvenebileceği ilişkiler kurmasını engelleyen, halk arasında “dostluk başka, ticaret başka” diyerek işaret edilen toplumun yapısal sorunlarından kaynaklanmaktadır. Sorun, dostluğu başkalaştıran ticaretin kendisidir ve çözümlemesini ilk olarak Aristoteles’in ahlak ve iktisat felsefesinde bulur.
Aristoteles’te Dostluk Kavramı
Aristoteles’e göre her insanın bedeninde dostu kadar ruhu vardır.[7] Fakat dost kimdir, dostluk nedir? Aristoteles ilkesel olarak tüm insan ilişkilerini aynı zamanda birer hukuk ilişkileri, yani herkesin birbirine bir şeyler verdiği ve birbirlerinden bir şeyler aldığı, diğer bir deyişle değiş-tokuş ilişkileri olarak ele alıyor. Kalıcı gerçek dostluk ilişkisi verme ve alma tarzı veya değiş-tokuşun gerçekleşme hali ile alakalıdır. Aristoteles bu ilişkileri yatay ve dikey ilişkiler bakımında da ele alıp inceliyor, özel birebir ilişkiler olarak da genel toplumsal ilişkiler olarak da. Aristoteles’in Nikomakhos’a Etik’in sekizinci kitabının hemen başında dostluğun insan yaşamı için vazgeçilmez önemini vurguladıktan sonra biri Herakleitos’tan diğeri Empedokles’ten olmak üzere dostluk ilişkilerini anlamlandırmak için iki perspektif sunar. Her iki perspektif de birebir insan ilişkilerinde olduğu gibi genel toplumsal ilişkilerde de kalıcı uyumun nasıl sağlanacağı, bunun için hangi ilkenin temel edinilebileceği ile ilgilidir. Bunlar; farklardan hareket eden ve sonunda farkları mümkün kılan uyum ilkesi (Herakleitos) ve eşitlik ilkesi, yani “eşit eşiti talep eder” ilkesi (Empedokles) (NE 1155b 5-10).
Aristoteles farklı dostluk türleri arasında ayrım yapıyor. Bunların bazıları diğerinden beklenti üzerine kurulanlardır. Beklenti bir haz da olabilir, sevgi de veya herhangi başka örneğin maddi bir beklenti de olabilir. Bu tür dostluklar yarar ilkesine dayalı olan dostluklardır. Yarar, çıkar veya dostluğun kendisinden ve onun doğal sonuçlarından başka beklentiler içinde olanlar, kısacası “birbirlerini yarardan dolayı sevenler, diğerinin kendisini aslında sevmezler”, diğerini onun “kişilik özelliklerinden dolayı arzulamazlar (NE 1156 10-15).” Tersine diğerini yarardan, çıkardan veya elde edilmek istenen başka bir beklentiden dolayı severler. Bu durumda beklentinin gerçekleşmesiyle veya elde edilmek istenen yarar elde edilirse, dostluk da biter, çünkü yarara dayalı “dostluklar kolay çözülür” (NE 1156 20). Diğerleri, diyor Aristoteles, eğer artık yarar sağlamıyorsa, onları yarardan dolayı sevenler “onları sevmeyi bırakırlar” (NE 1156 22). Örneğin “çıkar dostlukları çerçi/bakkal ruhu” (NE 1158a 22) veya daha modern bir İngiliz tabiri ile “shopkeeper” zihniyeti üzerine kuruludur. Bu tür dostluklar hep ‘sen az verdin, benden çok aldın’ türü kâr beklentisi ve çıkarcı söylemle hep kavga dolu olur. Doğal olarak bu dostluklarda çıkar ortaklığı biterse, dostluklar da biter. Aristoteles’in kastettiği asıl dostluk “çıkar dostluğu” değildir (NE 1158a 20-25). Çıkara, yarara veya başka bir beklentiye dayanan dostluklar ancak “kötü insanlar” arasında kurulabilecek dostluklardır (NE 1157b 2). Buna karşın tam dostluk veya dostluğu başka bir beklenti veya yarar için değil, ama dostluğun kendisi için amaç edinme ancak “iyi ve erdem bakımından benzer insanlar” arasında görülebilir (NE 1156b 7-8) ve iyi insanların kurduğu dostluklar, “etik dostluk” olacaktır doğal olarak. Zira “dosta dost olduğu için iyiyi arzulayanlar tam anlamıyla dostturlar, çünkü onlar bu zihniyete aslında sahiptirler, (başka bir şeyden dolayı -DG) onu takiben değil” (NE 1156b 8-10). “Bu nedenle dostluk” iyi ve erdemli “insanlar arasında erdemli oldukları sürece sürer”, çünkü “erdem süreklidir (NE 1156b 10-15).” İyi insanlar arasında olan erdeme dayalı bu tür dostluk ilişkilerinde dostlardan her biri bir bütün olarak iyidir ve dost için iyidir (NE 1156b 10-15).” Aristoteles genel bir deyimi aktarıyor dostluğu daha tam olarak tanımlamak için: “Dosta dost olduğu için iyi arzulanır diye söylenir (NE 1155b 32).”
Aristoteles dostluğu bir erdem veya erdem ile yakından bağıntılı bir ilişki biçimi olarak görür. Bir ilişki biçimi ve bir erdem olarak adalet ile kıyaslandığında dostluk daha erdemli ve bu çerçevede ilişkilenenler diğerini kendi başına amaç edinir. Bu bakımdan dostluk adalete göre çok daha güçlü bir ilişki biçimidir. Aristoteles’e göre dostlar arasında adalete gerek duyulmamaktadır, fakat adiller arasında adaletin tamamlayıcısı olarak dostluğa ihtiyaç vardır ve en yüce hukuk dostlar arasında görülmektedir (NE 1155a 25-30).” Bu bakımdan dostluk bir ilişki biçimi olarak adalet ile kıyaslandığında dostluk hakkında “yaşam için en çok zorunlu olandır” denebilir (NE 1155a 5). Hatta Kant bir ilişki biçimi olarak “dostluk, insanlar arasında ödevdir” diyor.[8] Fakat Aristoteles’in burada çıkara, yarara ve beklentiye dayanan dostluk türleri olarak ele aldığını kanımca pekâlâ bir ilişki biçimi olarak adalet çerçevesinde görebiliriz. Zira bu tür dostluklar “eşitlik” ilkesine dayalıdır ve taraflar birbirlerine ilkesel olarak elde ettikleri şeye eşit bir karşılık vermek zorundadırlar. Bu tür dostluklar hep bir karşılık beklentisi üzerine kurulmuştur. Bu nedenle Aristoteles bu tür dostlukları “daha az derecede ve daha az süren” dostluklar olarak tanımlıyor (NE 1158b 1-10). Buna karşın erdeme ve ahlaka dayalı dostluklar kelimenin gerçek anlamında dostluklardır ve bu tür dostluklarda karşılık beklemeden verilir, çünkü dostluk zaten arzulananı hep kendiliğinden sunacaktır. Bu nedenle bir ilişki biçimi olarak adalette olduğu gibi birtakım peşin beklentilere dayanan dostluklarda karşılıklı ilişki “yükümlülük” (NE 1162b 27) üzerine kurulmuşken, erdeme ve ahlaka dayalı dostluklarda dosta dost olduğu için karşılık beklenmeden verilir. Bu nedenle ahlaki dostluklar “gönüllülük” ilkesi üzerine kuruludur (NE 1163a 1-5). Aristoteles, ilişkilerinde gönüllülük ilkesi geçerli olan etik veya ahlaki dostluğu gerçek dostluk olarak görür.
Aristoteles’e göre bir ilişki biçimi olarak dostluk, genel olarak toplumsal düzen ve uyumlu ilişkilerin sağlanması için toplumun ahlaki dostluk ilkesi üzerine inşa edilmiş olması gerekir. İnsanların dostluk içinde yaşayabilmelerinin önkoşulu, yukarıda gösterdiğim gibi onların ilişkilerini ahlaklılık ve erdem üzerine tesis etmiş olmalarıdır. Bu ise ancak ilişkilerini barış ilkesi üzerine kurmuş olanlar arasında mümkündür. Bundan hareketle barış ve dostluk içinde yaşayanların oluşturduğu toplumlarda her bir ferdin bedeninde toplumun tüm fertleri kadar ruh var denebilir. Böyle bir toplumun üyelerinin teker teker her biri toplumun en az toplamı kadar güçlü olacaktır. Jean-Jacques Rousseau Toplum Sözleşmesi’nde toplumun genel iradesi ile bireylerin özel mülkiyetlerini topluma devredip toplumsallaştırarak ortaklaştırmaları arasındaki diyalektik ilişkiyi bu şekilde açıklar. Rousseau’ya göre özel mülkiyetini topluma devredip toplumun tüm mülkiyetini ortak sahiplenenler, bir şey kaybetmez, zayıflamaz. Tersine, toplumun en az toplamı kadar güçlü olurlar, çünkü artık toplumun tüm mülkiyetine sahiptirler. Fakat bu, Aristoteles’in adalet kuramı bağlamında açıkladığı gibi ancak dostlar arasında mümkün olan bir ilişkidir. Dostluk ise yalnızca ilişkilerini kalıcı barış ilkesi üzerine kurmuş olanlar arasında oluşabilir.
Prof. Dr. Doğan Göçmen
Kaynakça
Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, çev. Saffet Babür, BilgeSu Yayıncılık, Ankara, 2009
Aslanoğlu, İ., Kul Himmet Üstadım, Can Yayınları, İstanbul, 2014
Locke, J., Two Treatises of Government, yay. Peter Leslett, Cambridge University Press, Cambridge, 1988
Locke, J., Hükümet Üzerine İkinci İnceleme, çev. Fahri Bakırcı, Babil Fahri Bakırcı, Babil Yayıncılık, Ankara, 2004.
Şiirlerimizde dostluk teması için bir derleme için bkz.: https://www.antoloji.com/nedir/dost/
Kant, I., Die Metaphysik der Sitten, Werkausgabe, yay. Wilhelm Weischedel, Suhrkamp Verlag, Frankfurt a.M., c. 8 içinde, 1977
Smith, A., An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations, c. 1, Liberty Fund, Indianapolis, 1981
Smith, A., Milletlerin Zenginliği, çev.: Haldun Derin, sunuş: Gülten Kazgan, Türkiye İşbankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2010.
[1] Yazının yazılması konusunda cesaretlendiren ve sabırla destekleyen sayın Prof. Dr. Kemal Kocabaş’a teşekkür ederim.
[2] Bu bölümün yazılmasında M. Güner Demiray’ın eleştirilerinden, Şükrü Erbaş’ın bilgisinden, Hakan Poyraz’ın ve Hayriye Erbaş’ın araştırmalarından faydalandım. Kendilerine ayrı ayrı teşekkür ederim.
[3] Çalışmada Pir Sultan Abdal’ın şiirinin İbrahim Aslanoğlu tarafından yayınlanan şeklini alıntılıyorum. Bkz.: Aslanoğlu, İ., Kul Himmet Üstadım, Can Yayınları, İstanbul, 2014, s. 18. [4] Smith, A., An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations, Liberty Fund, Indianapolis, 1981, c. 1, s. 26 (Türkçesi için bkz.: Smith, A., Milletlerin Zenginliği, çev.: Haldun Derin, sunuş: Gülten Kazgan, Türkiye İşbankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2010(4. baskı), s. 15/16).
[5] Locke, J., Two Treatises of Government, yay. Peter Leslett, Cambridge University Press, Cambridge, 1988, s. 283-302 (Türkçesi için bkz.: Locke, J., Hükümet Üzerine İkinci İnceleme, çev. Fahri Bakırcı, Babil Fahri Bakırcı, Babil Yayıncılık, Ankara, s. 25-43).
[6] Bkz.: https://www.antoloji.com/nedir/dost/ (Erişim: 7 Haziran 2019).
[7] Aristoteles dostluk kavramını Nikomakhos’a Etik adlı eserinin 8. ve 9. kitaplarında sadece özel ikili ilişkiler bakımından değil, aynı zamanda genel toplumsal ve kamusal ilişkiler bakımından da enine boyuna ele alır. Bkz.: Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, çev. Saffet Babür, BilgeSu Yayıncılık, Ankara, 2009, s. 155-194. (Aşağıda bu eserden yapılan alıntılar metin içinde “NE” olarak kısaltılarak (Örneğin: NE 1155b 8-13 gibi) verilecektir.
[8] Kant, I., Die Metaphysik der Sitten, Werkausgabe, yay. Wilhelm Weischedel, Suhrkamp Verlag, Frankfurt a.M., 1977, c. 8, s. 608.