İnsanın delilikten neden bu kadar korktuğu bilinmez, ancak yüzyılların yalanını zayıf bedeninde saklamaktan hiç çekinmemiştir. Bunu büyük bir ustalık ve korkusuzlukla başarmıştır. Peki, bu tutumun arkasındaki sebep nedir? İnsan neyden korkmaktadır? Aynı günahı defalarca işlemekte kararlıdır ve bundan büyük bir haz almaktadır. Asıl zevkler ötelenirken, bu durum gerçekten de irrasyonel bir davranış biçimini temsil eder.
Delilik, yıkıcı bir ateş gibidir; sıkılganlığın bedenden def edilmesi olarak görülebilir. Delilik, en koyu acının taşıyıcısı olmak ve dünyanın yükünden kurtulma arzusunu içinde barındırır.
Zevk ise, ötelenen bir zaferdir. Bu zafer, acıyı ve iradeyi zincire vurmakla elde edilir. Bu eylemin arkasındaki güç, bireyselliğini yitirmiş bir “şeytan”dır; yani, insandır. Bu şeytan, kendi sağlığı dışında herkesi düşünür; tıpkı İsa gibi. Sadece insanlığın rüyasında nefes alabilir. İşte bu noktada kabuslar başlar ve deliliğe sırt dönme eylemi devreye girer. Kendi kendini idam etme yeteneği, bir ritüele dönüştürülür. Bazıları buna “Stigmata” demiş ve kiliselerin içine kadar taşımıştır. Delilik, yaratıcı ve yıkıcı olanı bastırmış, geriye sadece normalleşmiş bir insan kalmıştır—daha doğrusu, onun bir kalıntısı. Tanrısıyla tükenmiş olan mürit; insan, yalan tarikatının en ateşli savunucusudur. Artık ne sanat, ne aşk, ne cinsellik, ne de şehvet vardır. Tutku, inancın yerini almıştır. Durum bu şekilde sabitlenmiştir. Çarmıh ve çiviler hazırdır; sıra kurban arayışına gelmiştir. Bu kurban, insanın kendisidir.
Bu durumda tarih çaresiz kalmıştır. Dinamik duygular yerini silik bir ruha bırakmıştır. Bu süreç adeta bir soykırım gibi işlemektedir, çünkü insanlık, kendi türüne düşman bir topluluk yaratmıştır. Korkuların imparatorluğunun yılmaz savaşçısı; ruhunu bileyen derviş, evrenin en tehlikeli varlığıdır: İnsan. Gün geçtikçe dünya, insanın kendi tohumlarını ekmesiyle dolup taşmaktadır. Bu tohumlar, sahte bir hayatın başka bir değersiz bedene girip kendini yeniden doğurmasına tanıklık etmektedir. Bu süreç mükemmel bir plan dahilinde işlemekte ve “yeni kötülük” adıyla anılmaktadır.
İnsanlık, işkencenin sıradanlıkla birleştiği bu süreçte, bizi bugünkü duruma getirmiştir. Bu süreçte mezar taşımıza şu dizeler kazınmıştır: “Unutulmak, yok sayılmak senin kaderin artık… Ve şunu iyi bilmen gerekir; bu hayatta var olabilmek bir yetenektir. Toprağın altında yatan senin gibiler olmasaydı, biz diye bir şey olmazdı. Biz, Ben’i çoktan yendik. Peki biz kimiz? Biz, kendi anlamı içinde eriyenleriz.”
Ölümsüzlük hastalığı, insana söylenmiş en büyük yalandır. Tanrı varken, insan bir hiçtir. Eğer insan bir hiçse, o zaten tanrının malıdır ve bu yüzden dünya boşunadır. Bedenin yok olacak, ruhunun sığınağı ise sana bir anahtar bırakacaktır; o da varoluştur. Bu, haritasız bir gelecek, kavgasız bir zaferdir. Karanlık, kristalize olmuş acıyı tattırmak için insana bahşedilmiştir. Bu, insanın bedenine dokunan, odun ateşi gibi yakıcı bir süreçtir. İnsan, kızıl Araf’ın kapısında olan tek varlıktır. Arada kalmışların tek umudu odur, çünkü insan, acının elmasla olan aşkından doğmuştur. Şair bir tanrının tek çocuğu; ölümsüzlük hastalığına tutulan insan. Bu hastalığın tek ilacı, insanlığın bulanık kanıdır. İnsanlık, mahvolmanın sembolü iken, o yaşamı sevdirmiştir.
Şimdi bana söyle; yaşamın bütün kıyıcılığında tanrı olmak nasıl bir duygu?
Can Murat Demir