BİRİNCİ KİTAP (Acıya giriş)
Bu kitap giriştir. Giriş, bir hayatın başlangıcını, keşmekeşindeki ilk acı basamağını temsil eder. Bu şu demektir; her insan özünde Hitler denilen varoluş biçimini müjdeler ve siz ne zaman onu okşamaya başlarsanız ortaya çıkarak sizi öldürmeye heveslenir. Bilhassa kutsal metinlerdeki giriş bölümüyle karıştırılmamalıdır. Bu giriş hiçbir girişe ve çıkışa gebe değildir, böyle buyurdu Zerdüşt!
Giriş: Bir fikir ya da düşünce, hayat yolculuğunda felsefeyle sevişerek bir erkek çocuğu doğurur (Bu efsanede Âdemin çocuklarından ne yazık ki ayrılıyoruz). Burada çocuk, fikri temsil eder, felsefe ise babayı. İşte ilk boyzade böyle ortaya çıkmıştır. İlk boyun çıkışı girişe denk gelir. Orada sadece söz vardır ve söz söylenmemiş, adı belirsiz bir şeyi işaret eder. Bu yüzden tüm girişlerin kapısında tanrı elçileri oturur. Giriş, tanrıya ermenin hazzını yaşayacak insan için bayram arifesidir. Giriş tanrıdır. Felsefe tüm girişlerin anahtarını taşıdığına göre tanrıların işi olmalıdır. Öyle kalmalıdır. Giriş bu yüzden önem ihtiva eder.
Tarih Yazmaları ve Komün Miti
Ben bir insan olarak faşistleri hep sevmişimdir, çocuk gibidirler, devlet birazcık okşayınca olgunlaşırlar -yeter ki hastalığa tutulmasınlar, genelde kışları uykuda geçirirler- (bir edebiyatçı onlara kısaca “insancıklar” diyor). Kendilerini ifade ederlerken ve ideolojik çekingenlerini belirlerken sadece bir iki kelimelik dağarcıkları mevcuttur. Bunlar sayılabilir mi bilmiyorum ancak aklıma gelen birkaç kelimeyi yazayım; siz, biz, onlar vb. Tıpkı Das Kapital’i okuyan bir köylünün yaşadığı incinme gibi… Her şey tekrara düşer ve netice olarak insan yeniden komün üyesi olmaya zorlanır. Ya da öyle hisseder. Zaten 2. Dünya Savaşı da bunların hırsları yüzünden çıkmadı mı? Aslında haksızlık etmeyelim, tüm savaşların kökeni kelimedir, daha doğrusu ırkların ve boyların kelime hazneleri yarışıdır. Savaşın etimolojik kökenine de bakarsak: Tüm laboratuvarlar ve onların elçileri, iş-bitirici bilim güruhu yalan söylemiştir; insan doğuştan silahtardır, kavgaya meyillidir. Doğuştan faşist olan insan Birinci Kitabın konusunu oluşturmaktadır. “İnsancıklar” tezini burada doğrulamak istiyoruz ancak tarih buna izin vermeyecektir. Yine de insana biçilen değeri kurcalamaya devam edelim.
Ko-r-kmuş metinler ya da unutulan acılar üstüne
Birinci kitapta bahsi geçen karakterler üzerinden bir acı tanımı yapmalıyız; acımsı insan tarihine eğilmeden genel bir acı tarifi yapmamız zor gibi ancak yine de kısa bir otobiyografik romandan (Bir Büyük Acı İnsanı: Küçük Emrah) esinlenerek üzerimize düşen insanlığı yerine getirelim.
Acı denilen şey, herkesin bildiğinin aksine, tatlı olan, daha doğrusu tatlı görünen şeylerin elde edilememesinden kaynaklanır. Bu kavram karmaşası ve genelleme tembelliği, hem siyaset hem de din felsefesi literatüründe bu haliyle izah edilmektedir (bazı bilir bilmez çevreler, acının felsefesini ya da edilgenliğini teodise kavramıyla açıklamaya çalışsa da siz buna inanmayınız). Teodise eski bir roman söylencesi, bir rivayet, bir dedikodu… Romanlar ise, eski Roma İmparatorluğu kalıntıları arasında yeşermiş, Mars’ın kuzey taraflarından Anadolu’ya yerleşmiş bir topluluk. Kendilerine has bir din geliştiren bu kavim, tarih yazıcıları tarafından pek de sevilmeyen bir topluluktur. Sevilmemelerinin sebebi oturmayı bilmemeleri, yerlerinde durmamaları ve göçebe (çadır metropolü) hayatına âşık olmalarıdır. Bu kavim, daha sonra en çok peygamber yetiştiren toplum olma özelliğini kazanmıştır (Peygamberler Magazini, 5. sayısında konuya yer vermiş, yetiştirme yarışmalarında üst üste 5 kez birinci oldukları ilgili komisyon tarafından yerinde tespit edilmiştir).
Kutsal olan nasıl yazılmalı sorusuna kuşbakışı hakaret
İnsani bilgiyle dolup taşan doğayı yorumlama kudretidir felsefe. Bazı kavimlerin elinde mahvolmaya yüz tutmuş, bazı kavimlerin elinde ise altın çağını yaşamıştır. İnsan ne zaman yemek yemeyi bırakıp düşünmeye başlamış, işte o zaman ekmek üretimiyle birlikte kitap yiyen bazı insancıklar türemiştir. Bu insansı hayvanlar, felsefenin bir nimet olduğunu, ekmek satışlarının da bu düşünsel eyleme katkıda bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. Hâlbuki felsefenin un ve buğday fiyatlarıyla doğrusal (ters orantının zıttı) olarak tüketildiğini kestirememişlerdir. İlk ticaret borsasına ait işveren grev-lokavtları 1950’nin Mayıs ayında yaşanmış, felsefe bakanı S. Rüştü Zorlugiller aynı günlerde şunları dile getirmiştir:
Sevgilim ve Hemşerilerim;
Bugün eksiksiz olarak yerine getirdiğimiz sürdürülebilir tarım politikalarının ürünlerini almaya başladık, ilk hasadımızı Allaha şükürler olsun ki Mozart (hıyar), Nietzsche (domates), Hegel (patates), Satirler (üzüm) eşliğinde kaldırdık. Yalnız burada dikkat etmemiz gereken küçük bir husus var; o da şudur ki; yerli üretim yabancı filozofu, yabancı üretim yerli filozofu gerektirir, kısaca yabancı üretim milli sermayeye denk düşen filozof sayısıyla eşdeğerdir. Bu maksatla okullarımızda tarımcı değil filozof yetiştirmeye devam etmeliyiz. Her filozof milli sermayeye bir katma değerdir. Buradan bakıldığında her çocuğun doğuştan filozof kafasında olduğunu unutmamalıyız. (Demokritosun Parti Tutanakları, Nüsha: 556)
Kadınlara öğüt: Erkekleri öldürün ya da sağ bırakmayın!
Penise tapanlar kabilesi çor erken vakitlerde tarihten silinmiş, cenaze törenini, İsa’nın son müritlerinden St. Petrus (kabilenin şamanı) tamamlamıştır.
Kavmin varisleri, günümüzde daha farklı adetlere ve ritüellere sahiptir. Ölülerini tükürükle ıslatmak (eşi ve öz çocukları tarafından), yemeğe başlamadan önce ev ahalisiyle öpüşmek, doğal afetlerde ölümsüzlüğe inanmak vb. Frenk-Türkmen soyuyla evlilik yapan bu kabile şimdilerde Akdeniz ve Karadeniz civarında konuşlanmıştır. Penise tapanlar, nüfus yoğunluğu olarak uzunsaçlıgillerden müteşekkildir, yönetici sınıf bakımından ise tamamen Avrupa dişil-demokrasi kategorisinde yer alır. Resmi yazışma dili Türkçe, saray dili ise Arnavutçadır. Halk ozanları bizimkilere benzemekle beraber özellikle Divan şiirinde ustadırlar. Sanatsal olarak ardıllarını temsil etseler de Penisçiler tüm avangart ve anarşist sinemanın da öncüsüdürler.
Sabah ezanlarını sevmeyen sermayedar köpekler eyleme hazırlanıyor!
Aldığımız habere bakılırsa, köpekler hem sabah ezanı, hem de Yeni Mahalle imamının verdiği vaazlardan oldukça şikayetçi. Bu sebeple Diyanet İşleriyle de mahkemelik olmuşlar. Mahkeme tutanaklarına bakıldığında köpekler haklı gibi görünse de, mahkeme heyeti konuyu değerlendirmiş ve “Müslüman mahallesinde salyangoz satılamayacağı” şerhini düşmüştür.
Hayvan hakları kurtarıcıları konuyu Avrupa İnsan Haklarına götürse de bir netice alınamamış, yüksek mahkeme kararı aynen onamıştır. Mahalle sakinlerinden Mahmut Abinin ifadesine başvuran başsavcı Osmanoğlu Kâtipgillerden Süleyman, yurtdışında sabah ezanlarının yeni düzenlemeyle CIA tarafından belirlenmiş saatlerde okunacağını ve mevcut imamların Hristiyanlar arasından seçilmesine karar vererek olayın üstünü örtmüştür. Mahmut Abi denilen vatandaşın soyadı halen bilinmemekle birlikte verdiği ifadenin ne derece kanuni olduğu da muammadır. Karar tartışılagelse de, kendisi mahalleli tarafından sevilen bir abidir. 1949’ların ortalarında hâkim kararıyla yapılan tazeleme tahkikatlarında ortaya çıktığı üzere, Sanık Mahmut’un ince hastalıktan mütevellit diğer dünyaya göç eylediği tespit edilmiş ve dava düşmüştür. Yeni Mahalle imamının ortadan kaybolmasıyla Mahmut Abi’nin ölümü arasında ilişki kuran ateşelik taraftarları, üstü örtülen olayın peşini bırakmayacaklarını, icap ederse, uğrunda kanlarını feda edeceklerini bildirmişlerdir. İmamdan hala haber yok. Nereye gittiği konusunda çeşitli fikirler beyan edilse de akraba ve mahallenin yerli köpekleri onun akıllı bir insan olduğunu söyleyerek başka bir gizemin yolunu açmışlardır. Bu ruhban adamın ortadan kayboluşunun mistik birtakım olaylarla da bağlantısı olduğunu söyleyenler olmuştur. Ama bu söylenti fazla rağbet görmemiştir. Olay bazı edebiyat çevrelerince de analiz edilmeye çalışılmış, hatta felsefecilerin de ilgi alanlarına dâhil olmuştur.
Tanrının dini yoktur, o sadece insanı bilir,
İnsandan doğan ve insana çıkan her yol tanrının yoludur.
(Atay; Tutunamayanlar; Baskısız Bölüm)
Kadıncığın mahalle delikanlılarına dadanması
İmamın ortadan kaybolması ve türlü esrarengiz olayların cereyan ettiği mahallede, küçük kız çocuklarının bilim ve irfan öğrendiği Orospu Asiye takma lakaplı bir madam yaşarmış. Bu maharetli kadıncık herkese, Sokrates ile ilgili fıkralar anlatırdı. Kendince bir hitabet sanatı geliştirmişti. Günler geçtikçe olgunlaşan, serpilen ve bir düşünür fiziğine kavuşan bu kadıncık, mahalleli tarafından, imamın kaybolması olayıyla ilişkilendirilmişti. Söylenene göre Mahmut bu kadınsı filozofla bir ilişki yaşamış, hatta ondan bir çocuk bile peydahlamıştı. Asayiş ekiplerinin yaptığı kültür sanat baskınlarından canını zor kurtarmıştı. Karşılaştığı polislere her defasında aklına gelen ilk fıkrayı anlatan kadınsı düşünür, artık fişlenmiş, polisler arasında da “filozof orospu” diye çağrılmaya başlanmıştı. Ne yazıktır ki o, ne bir bilgi şöleni, ne de bir sanat galerisine, sadece karakola çağrılıyordu. Tıpkı Magdenalı gibi kutsaldı. Tek farkı, okumuş, üniversite (bir rivayete göre Boğaziçi Fen Edebiyat) mezunu olmasıydı. İki dil biliyordu, Fransızcayı Frenk kadın tüccarlarından, İspanyolcayı ise İstanbul’u yağmalayan Cenevizlilerden öğrenmişti. Stajını pavyonlar birliğinde, mastır ve doktorasını ise yüksek sanatlar akademisinde tahsil etmişti.
Etini satanlar, ruhunu satanlardan iyidir… Onlar müjdelenmiştir. Her kim ki onlara yüz çevirirse bizden değildir. (Atay İllerinin Mısır’dan Çıkışı, Kurtuluş)
Sigara yakma hukuku ya da edebiyatçıların acınacak hali
Soluduğumuz sadece hava değildir kardeşlerim
Biz insanlar, acı çekenlerin dertlerini içimize çekmeliyiz ki
Cennetin hasadında yalnız kalmayalım
İşte o zaman hurilerle sevişmemize izin verilecektir.
Havada en çok bulunan gaz hangisidir başlıklı gazete manşetinden alıntı:
Amonyak: Temizlik malzemelerinde bulunur.
Angelica root extract: Kansere yol açar.
Aseton: Oje temizleyicisi olarak kullanılır.
Arsenik: Zehir olarak kullanılır.
Asetik Asit: Asit etkisi gösterir.
Benzen: Boya ve kauçuk maddelerin yapımında kullanılır.
Bütan: Hafif sıvılarda bulunan zehirli bir gazdır.
Fenol: Dezenfektan olarak kullanılır.
Karbonmonoksit: Zehirli gazdır.
Kadmiyum: Pil yapımında kullanılır.
Sigara edebiyatçıların memesidir. Kurt nasıl puslu ve sisli havada çiftleşirse, edebiyatçılarda nikotin dumanıyla üretmeyi tercih ederler. Felsefesiz edebiyat olmayacağı gibi, edebiyatın olmadığı felsefe de kabul görmez, her iki durumda da sıkıntı vardır. Doktorlar edebiyatçıları bu yüzden sevmez. Her muayenede klişeleşmiş olan “neyiniz var” sorusunun cevabı, bizim gibilerde ortaktır: “Yazıyorum, bunun dışında bir şeyim yok şükür.” Her edebiyatçı, üzerine yük almada ustadır, insanlığı, fakirliği, adaletsizliği, çocukları ve geleceği düşünmek zorundadır. Türlü gereksiz acıları sigarasına sarar ve içer, bu dumanın bir kısmı ciğerleri, bir kısmı da kalbi yorar. Bu yor-ul-ma süreci, insanı korumak ve kollamak amaçlıdır. Felsefeci ise sadece uzaktan izler, kürsüsünde rahattır, maaş ve sosyal haklar bakımından edebiyatçıdan üstündür. Fildişi kulelerinden hayatı yeniden şekillendirmeye çalışırlar. Dışarıya verilen her duman felsefecilerin kontrolünden geçer.
İKİNCİ KİTAP
İkinci kitap yeni bir çağın başlangıcını temsil etmektedir. Uyduruk, ezberci, akademik, okulcu, okullu, saçma sapan, sıradan, sokaktan uzak bir bakışı değil de, daha çok sokak yaşantısına bir özlemi çağırmaktadır. Buradan tüm felsefe orospularına ve fikir fahişelerine selam olsun! Heil Hitler!
Fıkra (Bir müstehcen felsefe öğretisi)
Dedelerin, nenelerin (bir şehir efsanesinin) anlattığına göre felsefe yapma edimi, en iyi orospuların yanında öğrenilirmiş. Çünkü hem teorik, hem de pratik bilgiyi, bu meslekte kolayca edinebilirmiş insan. Eski bar ve pavyon muhiti bu anlamda erkeklerin hayatı öğrendiği yerlerdenmiş. Hayatı öğrenmenin felsefeyle ilişkisi düşünüldüğünde, fahişeler gerçekten iyi birer öğreticiymiş. Tabi bu eskidendi; şimdi ücreti mukabilinde hayat mürebbiyeleri var.
“Felsefe ayağa düştü, herkes filozof olabilir” düsturunu benimseyen Platon Akademisi (en son Konya civarında görüldüler) şimdilerde Gaziosmanpaşa Mahallesi mevkiinde küçük bir gecekonduda faaliyetlerini sürdürmektedir. Bu ilim irfan yuvası tek başına tüm aydınlanmanın yükünü sırtlamış, ancak daha sonraları Milli Orospular birliğine bağlanarak pratik alandan uzaklaştırılmıştır. 1949’lara rastlayan, eğitimde serbestleşme hareketlerinin sonucunda tüm sokak çocukları yetim; ev temizliğine giden gündelikçi erkekler ise muzdarip kalmıştır.
Bıyıkları dökülen Oğuz Atay’ın hazinlik öyküsü
Bir zikir ayinin en önünde tesbih ediyordu kutsal kelimeleri…
O… Oğuz ve Ataydı.
Her adam bıyıklı olmak ister. Bıyık, bir adamın görünüşünü kadından ayıran tek simgesidir. Terlerken alımlı, yemek yerken zeki, okurken erotik, düşünürken Nietzsche gibi gösterir. Bıyık, Oğuz’a yakışırdı. Dipses: O, ikinci kuşaktan felsefeci, son derece hümanist, yüksek bir bilim adamıydı. Bazı peygamber kıssalarında “Tutunamayanlar”ı bu herifin yazdığı rivayet edilir. (bknz.)
Dipses bir uyarıdır bahsi geçen eser aşağıdaki gibi izah edilmiştir;
Her peygamberde bıyık muhakkak vardı
Tüylenen gerçekler her erkeğe düşmandı
…Türk’ün atası Oğuz’u
“sevmeyen ölsün” dedi tanrı
Atay yalnızların yalnızıydı. O edebiyatın sahte peygamberiydi ve ölmeyi dahi beceremedi. Oyunları sevmezdi, beceremezdi, 45 tane tiyatro oyunu, 80 roman, 55 fıkra yazmıştı. Hayatı boyunca tutunamayanların elinden tuttu. Sokakları, orospuları, kabadayıları, kimsesizleri, kaybetmişleri, yalan söyleyemeyenleri, dürüstlük abidelerini, yalnız bırakılanları övdü durdu. Ama bilmiyordu ki kendisi hepsinin piriydi. İlk uyandığında 8 yaşındaydı. Sigarayı ağzına aldığında onu meme sandı, hep kahve içer, sütlüsünden hoşlanmazdı. Canına kıydığında, hastane kuyruğunda sanayağ bekliyordu, acıkmıştı… Sıcak ekmek satan bir kadından para dilendi, olmadı. Hep açtı. Aç kalmaya meyilliydi. Atay devletten aldığı yetkiyle kimsesiz mezarlıklar sorumlusu olmuştu. “Bir Oğuz gider, bin Atay gelir” prensibi ta o zamanlardan bize mirastı.
Bakınız bölümüne ek açıklama ve Tutunamayanlara Methiye
Bir eser yazmanın kefareti ağırdır dedi meczup ve gözlerini yumup ağzını açtı:
-Tutunamayanlar… kırık kalplerin bedduasını dillendirir. Onun görevi budur. Ona gönüllerinizde yer açınız!
Roman yazmak yürek işidir. Acıyı iyi bilmeyi ve kimsesizleri korumayı emreder. Öğütlerin tutulduğu bir memlekette işsiz kalanların uğraşıdır. Atay tutunamaz çünkü eseri onu aşmıştır. Eseri kendisini aşan yazarların yaşadığı o karamsarlık halinin son temsilcisidir. Yokluğuna katlanamayan Kafka da onunla aynı mezarda yatar. Bu büyük bir fedakârlığın sonucudur. Roman yazmak tutunmamayı gerektirir. Tutunamayanlar, Anadolu’nun toplam küfrünü dile getirirken, eserin yaratıcısı dünya efendisi bir adamdır. Eseri okuyan herkesin diline dolanan Osmanlıca şarkı ise şöyledir:
Ben hangisiyim, hangi kaybedenim,
hangi yok ’um,
ya da nerden gideyim
ben Oğuz ne derse o’yum.
Tasavvuf ehlinden olan Atay piri, tarikatına sadece itilip kakılanları almaya yemin etti. Yunus’a el vermesi bundandır. Tüm açları doyurmuş, çıplakları giydirmiş, doğru yoldan dönenlere rehberlik etmiştir. Ataygiller Bektaşi soyuna dayanan nesli tükenmiş bir ocaktır. Devletin önemli kademelerinde yer tutmuş birçok Ataygilzade görebilirsiniz. Müritleri, dünya coğrafyasında çeşitli yerlere dağılmış olan Türk boylarıyla yakın ilişkiye girerek soylarını melezleştirmişlerdir. Her ne kadar ari ırk söylemlerini Kavgam adlı eserden esinlenseler de bu eseri hiçbir zaman tarikat-ı akliyenin kapısından içeri sokmamışlardır.
Oğuzgil Tarikat-ı Aliyye’nin zapt tutanaklarından
Yazmak acıyı çağırmaktır dedi,
Ol’duğun yerden doğrul kulum
ve kalemi eline al
Henüz söz yokken
sen vardın bildin mi?
İçses: Oğuz olmadan Atay olmaz, zira tutunmak için tanrıya, insana bir eser lazım gelir.
Can Murat Demir
Epey bi şey söylenebilir, ama ironisi çok sağlam… Aykırı ve ayrıksı bir metin olmuş.
Çok teşekkürler sayın editörüm.
Valla nefis olmuş👍👍👌
Teşekkürler Elif Hanım, buralara uğrayın arada sırada, özletmeyin kendinizi!