Alman insanın varoluşu bir utançtır, diyen Nietzsche eserlerinde Almanca’ya ve Alman anadilciye köklü bir savaş açar. Bu savaşta kendi varlığının yokluğunu da göze alarak, tüm dürtülerine ters düşen ve midesini bulandıran tek insanı, varsa, bu insanı ancak ve ancak Alman olduğunu bedenine sığmayan ruhuyla yazan Nietzsche şu cümleyle bulantısını dışa vurur: “Almanca düşünmek, Almanca hissetmek – herşeye muktedirim ama bu tüm gücümü aşmaktadır.” (Friedrich Nietzsche: Ecce homo. Kröner Verlag, 1990, s. 339. Çev: HİT). Stirner, Alman ulusunu çocuklarının bir despotu olarak adlandırırken çok haklıydı; sadece Stirner ve sadece Nietzsche değildi zorunlu Almanca düşünmenin acısında kavrulan. Wittgenstein, Heidegger, Scheler, Heine ve daha niceleri dizginliliğin en uç noktasına varan anadılın zincirlerini taşıyorlardı damarlarında. Bu düşünürlerin eserleri bu zincirin kanıtını ve aynı zamanda onun kırılışını haber ediyor. Almanca düşünmeye mahkum olan Nietzsche, bu mahkumiyeti bir baskıya benzetir. Bu baskıdan kurtuluş yollarını arayan Nietzsche, Richard Wagner’e sarılır. Baskıdan arınmak için haşhaş içen birine kendini benzeten Nietzsche, Wagner’i kendi haşhaşı olarak adlandırır, çünkü Wagner, Nietzsche’ye göre Alman olan her şeye karşı bir panzehirdi – ama bu panzehir fazla uzun sürmedi, önce panzehir iken sonra zehir oldu. Ve Nietzsche bu zehiri kustuysa da artık dirilmek için geç kalmıştı.
Evet, Stirner çok haklıydı ya da Stirner’e uygun bir terimle söyleyecek olursam: Stirner hakkımın kapsamında bir teşhiste bulunmuştu: “Ben, halklar ve insanlık ölünce doğarım. (…) Sen ey çilekeş Alman halkım – nedir acın, istırabın? Canlanamayan bir düşüncenin acısıdır seninkisi. Daha horoz ötmeden kaybolan hayaletin acısıdır. Yine de kurtuluşun ve mutluluğun hasretini çeker bu hayalet. (…) Kal selametle milyonların rüyası, çocuklarının binyıllık despotu, kal selametle! Yarın seni mezara taşıyacaklar; ve çok yakında kardeşlerin, diğer halklar, ardından gelecek. İşte o zaman insan alemi gömülmüş olacaktır. Ve ben, kendimin sahibi ben, onun gülen kalıtçısıyım!” (Max Stirner: Der Einzige und sein Eigentum. Reclam, 1981, s.238, 239. Çev: HİT).
Nietzsche’nin acısını anlamak ve anlatmak için Almanca düşünmeyi Nietzsche stilinde ifade etmeye çalışmak gerekiyor. Deniyorum – kısa ve öz.
Alman anadilci çürümekte olan bir dişe benzer; bu diş uçuruma düşer gibi insanın ağzından ayaklarına doğru bedeninden yuvarlanarak ölüme düşer. Kül olmadan önce de bu diş canlı ve güzel olanı elimine eder. Alman ruhu hazine geçinen içi boş bir depodur; benzin bidonu benzin, gübre deposu gübre içerir; tenekeye dokunurken boş bir sesin alıcısı olursunuz, Alman ruhundan daha fazlasını bekleyemezsiniz. Osmanlıca’da buna kafadan gayri müsellah derlermiş. Yani, düşüşün bir neticesi olarak Alman ruhu çekiçlenip yerle bir edilmiştir. Bu nedenle Nietzsche, Alman’ın ayak bastığı yerde ot bitmez, kültürün kokuştuğu yer Almanya’dır, der. (Bak: Ecce homo).
Alman anadilci dünyaya doğmaz, dünyaya gelmez; o doğarken ölmüştür. Her Alman anadilci yaşadığını sanan bir ölüdür. Bunu hisseden Alman anadilciler ise bir an önce ölmeyi seçerler. Nietzsche şüphesiz en açık, en detaylı örnektir. Eserleriyle birlikte onun yaşamı da bir örnektir. Alman toplumu içinde sadece bir varoluş rastlantısı olduğunu iddia eden ve bunun bedelini yaşamıyla ödeyen Nietzsche, kendi anadilinin dünya anadilleri arasındakı yerini bir yüzkarası olarak adlandırır. Almanca bir dilden çok bir kurum, bir dünya görüşü, bir ideoloji, doğuşuyla birlikte bir saplantıdır; Almanca düşünen sabit fikirlidir. Sabit fikirli insanı yine de bir Almanca düşünen ifade edebilmiş ve sabit fikirli olma korkusuyla hem kendisini adlandırmaktan çekinmiş hem de ad ötesini belirlemekten kaçınmıştır. Dünyaya gelmek ve Almanca’ya gelmek iki ayrı ve birbirlerine ters olgulardır. Alman anadilci dünyalı değil, dünyalıysa Alman değildir. Kimi Alman felsefeciler (Arnold Gehlen) insanın tamamlanmamış bir varlık olarak dünyaya geldiğini ileri sürerken, insanı değil, sadece Alman’ı kasteediyorlardı aslında. Dolayısıyla Alman’in dünya insanlarından farklı ve ayrı olduğunu vurguluyorlardı. Almanca’ya doğmak düşünce hiyerarşisine doğmaktır; Almanca düşünmek yaşam ile düşünme arasına duvar çekmek ve bu duvarı betonla örtmektir. Dolayısıyla hiçbir Alman anadilci bu duvarın ötesini göremez; en asi kafalar duvarla karşı karşıya gelir; duvarı delmeye yönelen bu asilerin sadece bazıları duvarı deler ve düşünce-okyanusunun kokusunu alır hatta bu okyanusa dalabilirler. Albert Camus (1913-1960) “Başkaldıran İnsan” adlı eserinde Nietzsche ile Stirner’i karşılaştırırken ikisini de bir çıkmaz sokakta görür ve Stirner bu çıkmazda güler Nietzsche ise duvarlara saldırır, der. Her iki felsefeci de anadil kalıbını kırarak çıkmazla karşı karşıya gelecek kadar ilerlemiştir, artik son hamle vukuu bulacak ki, ikisi de kırılacak olan beton örgünün ve dağılacak olan taş parçaları üzerinde mutluluk karışımı bir acıyla gözgöze geleceklerdir. Bu acı’da ayakları üstünde dimdik duran Tanrı Stirner, yıkımın tozu içinde boğulan acı kahkahalarını ancak kendi kulakları duyabilecek, Nietzsche ise köksüz bir derviş ruhuyla Tanrı’yı aramaya, Tanrı olmaya yönelecektir.
H. İbrahim Türkdoğan