Tasavvur etmek bir diğer adıyla Düşünmek[1], birtakım metafiziksel tehlikeler içerir. Düşünmeye adadığınız her zaman diliminde, hayatınızın gerçekliği ─ve en önemlisi─ varlığınızın anlamı gölgelenir ve bu durum sizi sonsuz şüpheye gark edebilir. Düşünmek daha doğrusu “derin düşünce hali” tehlikelidir. Düşüncenin sonsuzluğu ve muğlaklığı düşünen bireyi her daim ölüm[2] ile karşı karşıya getirebilir ve sözüm ona ölümsüz insan varlığı artık çok uzaktadır. Tanrı ile münasebet de tam burada başlar, düşünen birey eninde sonunda Tanrıyla bir pazarlığa[3] gelir, zira kendisine öğretilen ya da bildiğine emin olduğu şeyleri şüphenin şefkatli kollarına bırakır. Şüphe düşünen bireyi yalnız bırakmaz ta ki ölümsüzlükle (Hakikatle) taçlandırılıncaya kadar. Bu karşılıklı alışverişin beklenen mükâfat düşüncenin bittiği yeri imler!
Kendi varlığından ve varlığıyla ilintili olan tüm bilgisinden şüphe duyan birey etrafında olan bitene karşı güven duymayı tesis edemez: ‘güven’ ya da ‘emin olma’ duygusu şüphecilerin mizaçlarında yoktur. Bir başka açıdan varlığa şüpheyle bakmak cesaret ister. Hayat boyunca tüm bildiklerini veya bildiğini sandığı şeyleri tek tek ele alıp, onları eleştirmek hatta gerek icap ederse hepsini ortadan kaldırmak hayli zor bir mesaidir. Peki, ama insan neden şüphe duyar? İnsanın şüphe duymasının ardında şu hususlar vardır: Arınmak[4] ve ölümsüzlük.[5] Descartes bu iki dürtüyü hem bedeni hem de zihninde hisseden bir filozof olarak karşımıza çıkıyor. Tüm bildiklerini ve kendisine dikte ettirilenleri sil baştan ele alabilecek kadar cesur ve istekli bir ruh. Descartes Meditasyonlar[6] adlı eserinde toplumsal değer yargılarının köküne dinamit koymaya kararlıdır. Tüm zihinsel üretimleri topyekûn ele alır. Meditasyonlar mevcut yapısı itibariyle Descartes’in düşünsel yol haritasını okuyucuya tüm ayrıntılarıyla sunar ve bunu yaparken oldukça radikal bir üslup barındırır, ─bir diğer ifadeyle feylesof insan ruhunu tekrar inşa etmeye namzettir. Ayrıca ─her ne kadar kişisel de olsa─ metafizik bir takım vehimler içeren bu tarz entelektüel bir krizin çözüme kavuşturulması ölümcül bir takım sonuçları da içinde barındırır.
Şüpheyle Gelen Bilgi
Descartes çığır açan bir düşünür; onu özel kılan şey ise kuşkusuz “metodik şüpheciliği” kullanmadaki ustalığıdır. Bu cihette gerçekliği yanlışlanabilir olan şeylerin içinde kurgulaması ve sorgulaması oldukça dikkate değerdir. Ayrıca aynı şüpheciliği “inanç”[7] mefhumunda da kullanarak, insanın –Tanrının varlığına inanıp inanmama noktasında– bir figüran değil de başaktör olmasının da yolunu açar. Hülasa Tanrının varlığını sorgulamadan ona ulaşmanın mümkün olmayacağını belirtmiştir. Descartes bütüncül anlamda yeni bir Tanrı-İnsan-Âlem üçlüsünün ancak ve ancak sorgulayarak –radikal bir şüphecilikle– tekrardan tasavvur edilmesiyle mümkün olacağını söyler, yazar ve hayata geçirir. Descartes’e göre şüpheye konu olmayacak hiçbir şey yoktur. Hatta şüphecilikte o kadar ileri gider ki elinde sadece “Düşünce” kalır ve Stoacılarla aynı şeyi dile getirir: Egemenliğin bende olduğu tek alan Düşüncedir. Descartes insanın ‘egemen’ olduğu tek mecranın “düşünce” olduğunu açıklar. ‘Ben her şeyi yok sayabilirim ancak düşünmeyi asla’ diyen Descartes insanı salt “düşünen bir varlık” olarak tasavvur eder ve insanın düşünce olmadan bir hiç olduğunu yineler. Yalnız burada belirtilen “düşünce” gündelik hayatın gerektirdiği bir süreç değildir tam aksine varlığın hakikatine ilişkin derinlemesine bir izah şeklidir. Bu şu demektir: kesin(gerçek) bilgiye ancak düşünmenin düşünülmesi[8] yoluyla varılabilir ki insan mutluluğu[9] ancak böyle mümkündür. İlerleyen bölümlerde açıklayacağımız üzere Descartes’e göre “arınma” da ancak böyle vuku bulabilir. Kısaca Descartes’e göre “şüphe” sayesinde dürüst olabilir ve iyi niyeti tesis edebilir, Hakikate ancak şüphe aracılığıyla ulaşabiliriz.
Uyku ve Gerçeklik Hakkında
Dünyanın sanal bir gerçeklik ya da “rüya” olduğunu savunan oldukça farklı ekoller mevcuttur, bu ekoller felsefi olmaktan daha çok mistiklerin çoğunlukta olduğu gruplardır. Ölümün bir uyanış olduğunu tüm insanların uykuda olduğunu ima eden birçok görüş mevcuttur. Bu görüş genelde mistik söylemlerin ve bazı peygamberlere atfedilen hadislerin ana konusunu oluşturur. (Mistiklerin metafizik savlarını Descartes’e atfedemeyiz ama yine de feylesofa bu görüşleri uyarlamak hoş olsa gerek). Descartes’in ilk şüphe odağında ‘varlık bir rüya mı yoksa gerçek mi’ sorusunun düalist yapısı yer alıyor. Konu hakkında şunları söylüyor: “Tamam diyelim ki uykudayız. Bütün bu ayrıntılar da, yani gözlemlerimizin açık olması, başımızı sallamamız, elimizi uzatmamız, aslında birer düş; dahası belki de bizim ne ellerimiz böyle ne de tüm bedenimiz. Ama ne olursa olsun uykuda görünen bu şeylerin adeta renkli birer resim olduğunu kabul etmek zorundayız ve bu resimlerin ancak gerçek şeylere benzetilerek çizilebileceklerini; dolayısıyla en azından bu cins şeylerin, yani gözlerin, başın, ellerin ve tüm bedenin hayali şeyler olduğunu da… Meseleye daha dikkatli bakınca, uyanıklığı uykudan ayıran öyle bariz işaretler olmadığını açıkça görüyorum.”[10] Bu bağlamda Descartes aslında şunu öğütlüyor bizlere: Görüyorsam ya da bir şekilde hayal edebiliyorsam bu benim sayemdedir ve bu şeylerin kökeni yine Düşünen Ben’im.
Arınma ve Deneyimleme
Dünya hayatının getirmiş olduğu maddi koşulların gerekçesi –ki düşünen bireyi maddi koşullar ve dünyevi hazlar zamanla insanı tatmin etmemeye başlar– her düşünür aslında kemâlât yolcusudur, –tıpkı her insanda olduğu gibi– onun varlığının bir gereği olarak zaruri bir misyonu vardır feylesofun. O, mükemmelliği ve ölümsüz olanı arar durur. Bu bağlamda insan üzerinden konuştuğumuzda “Arınma” hemen hemen tüm feylesof takımının tek gayesidir. Ünlü düşünür Modern felsefenin kurucusu sayılan René Descartes işte bu biricik gayenin yolcularından sadece biridir: “Düşünüyorum öyleyse varım” mottosu Descartes’in salt metodik kuşkuculuğunun iç tasarımını –duygu ve kavram dünyasını– ele vermez, bu tümce onun entelektüel bir birey olarak ontolojik varlık arayışının da doğal bir sonucudur. Hülasa Descartes’in bir başka cihette ayrıca tartışılması gerekir, o da şudur: ‘Düşüncenin tatbiki.’ Descartes düşünsel[11] soruşturmasının salt kavramsal[12] yönünü irdelemekle kalmamış, fikir dünyasını şüphe süzgecinden geçirerek tüm yaşamını[13] mercek altına almayı seçmiştir. Buradan hareketle Descartes’in Meditasyonlar’da –hem felsefi hem de bir fert olarak– kusursuz bir samimiyet ve olgunluk sergilediğini söyleyebiliriz. Bu tarz metinler değerlidir çünkü feylesof[14] kendisinin de içinde bulunduğu tüm ontolojik düzlemi elekten geçirir, hatta bunu yaparken önce kendi özel yaşantısından başlar. Literatürde bu tarz metinler[15] elle sayılacak kadar azdır. Descartes bu anlamda oldukça dürüst ve hakkaniyetli bir yol izlemiştir.
Descartes gençlik yıllarından bu yana yaşadığı buhranlar ve kendi varlığına yönelttiği sorular neticesinde arınma[16] yolunu tercih etmiştir, kendi kavram dünyasının bir çöplük olduğunu fark etmiş, zihnini gereksiz yere meşgul eden tüm olgulara şüphe ile bakarak, varlığını tetkik ve tahkike zorlamıştır. Bu durum oldukça çarpıcıdır: Hakikati “düşünme” eyleminin rehberliğinde arayan Descartes bu “ayıklama” işlemini varlığa yukarıdan bir kuşbakışı sağlayabilmek ve hakikat bilgisi için zorunlu görür. Aklında tek bir soru yankılanır: Hangi bilgiye güvenebilirim?[17] Bu soru okuyucu için klasik entelektüel bir kriz gibi görünebilir, ancak bu sorunun türevleri, kişiyi ister istemez “ölümsüzlüğün” ve “Tanrısallığın” kapılarına götürür ve Hakikatin bilgisi burada tahakkuk eder. Metafizik yapmaya niyetli her zihinde olduğu gibi Tanrı ve Varlık tasavvuru Descartes’in da gündemini eninde sonunda meşgul edecektir, etmiştir de: Kategorik[18] ilerleyen insan aklı hakikate ait bilgisinin imkânsızlığı ve güvensizliği üzerine eğilmek zorundadır.
Kesinlik ve Tanrı Sorunsalı
“Hiçbir şeyin kesin olmaması”[19] söylemi Descartes’in metafizik ilerleyişinin anahtar cümlesidir lakin feylesof tümcenin devamında bu söylemin kökeninin Tanrıya referans verdiğini fark eder. Bu bağlamda şüpheye tekrar başvuran Descartes, Tanrının varlığının ispatının daha ilk aşamada mümkün olmayacağını dile getirerek söylemini biraz daha öteye taşır ve bu kuruntuları üretenin kendi ‘benliği’ olduğu kanısına varır. Bu metafizik silsile sürüp gider. Descartes “Beden”, “Duyu”, “İrade”, “Benlik”, “Düşünce” gibi şubelere uğrar ve hepsinin birer yanılgıdan ibaret olabileceğini –acziyet içindeki insan doğasının izlerini taşıdığını fark eder. Bunların arasında “Düşünce” Descartes için oldukça belirleyici[20] bir unsurdur.
Neyin doğru ya da kesin olduğu sorusunun sorulduğu her zihin, eninde sonunda Tanrı mefhumuna bağlanmak durumundadır. Bu tikellerden tümellere gidişatın kaçınılmaz kaderidir. Metafizik bir gelenek olması yanı sıra neyin doğru olduğunun tespiti insanı ister istemez bir öz ya da kaynak arayışına iter. Descartes tüm eleştiri oklarına kendine yöneltir ve zihninin ilerlemesindeki tüm engelleri ortadan kaldırmayı ister. Ancak ne kadar çabalarsa çabalasın eninde sonunda yolu Tanrıyla kesişir. “O halde artık her tür bilginin kesinliğinin ve doğruluğunun, tek hakikat olan Tanrının bilgisinden kaynaklandığını açıkça görüyorum”[21] itirafında bulunan Descartes Tanrının bilgisinden insan zihnine doğru doğal bir akışın olduğunu kabul eder.
İnsan her ne kadar Tanrıya zihnen bağlansa da kendisine verilen doğa gereği irade olarak zayıftır ve hataya düşerek Hakikate varabilir. “Bütün bunlardan açıkça anlaşılıyor ki, Tanrının sonsuz iyiliğine karşın, zihin ve bedenin bir birleşimi olan insan doğası, zaman zaman yanılmadan edemiyor”[22] diyen Descartes aslında bir öz eleştirinin sonucunda bu sonuca varıyor ve kendince bir arınma yoluna girdiğini fakat bu serüvenin dahi hatalı olabileceğini kabul ediyor.
Can Murat Demir
[1] Akıl ile müşahede derecesinde bilmek, idrak etmek, tefekkür etmek.
[2] Hayatın anlamsızlığına kanaat getirmek ve akabinde karamsarlığa düşmek, yaşam amacını yitirmek…
[3] Ontolojik veya metafiziksel tüm felsefi tefekkür eninde sonunda Tanrı mefhumuna bağlanır. Tanrıya bağlanmayan, ya da onu ıskalayan bir metafizik olamaz.
[4] Kavram, gereksiz yüklerden kurtulmak anlamında kullanılmıştır.
[5] Burada “arınmak”tan kasıt, insanın bildiği her şeyi elekten geçirmesi ve kemale ermesini anlatmaktır. “Ölümsüzlük arayışı” ise varlığını eninde sonunda Tanrıya bağlayan-bağlamak isteyen insan için söylenmiştir.
[6] Rene Descartes, Meditasyonlar Metafizik Üzerine Düşünceler, Çev. Çiğdem Dürüşken, ALFA, 2020
[7] Burada bahsi geçen ‘samimi bir inanç’tır. “Kör İnanç” sadece geleneksel olandır ve aklın tahkikatından yoksundur.
[8] “Cogito ergo sum” aslında düşünce üzerine şüpheyle edil bir metafiziğidir. Düşünmenin üzerine, onun yasaları üzerine derinlemesine bir sorgulamanın adresidir. Buna kısaca “reflektif düşünme” diyebiliriz.
[9] Varlığın hakikat bilgisine ulaşmak
[10] A.g.e.,sy.28-29.
[11] Spekülatif
[12] Felsefi
[13] Ontolojik varlığını.
[14] Descartes
[15] Augustinus’un İtiraflar adlı eseri
[16] Gereksiz ve kökensiz olan yaşam yüklerinden kurtulma
[17] “Nasıl olur da yanılabiliyoruz?” sorusu da önemli bir yer tutar Descartes’de
[18] Descartes Meditasyonlar’da kuşku duyulabilir şeyleri tasnif eder akabinde bu şeylerin tek tek şüpheye konu eder. Bu süreçte olgu veya kurum ayırt etmez, özgürce her kavramı iğdiş eder.
[19] A.g.e., syf.33.
[20] Descartes varlığının kanıtını Düşünmenin Düşünülmesine (yani kendisine) bağlar. ‘Düşündüğüm gerçeğinden başka bir şey yok elimde’
[21] A.g.e.,syf.100
[22] A.g.e.,syf.114