Doğurgan bir ruhtur doğa. Aşkını içten içe sürdüren, içten içe yanan, yok edici, çelişkisiz, yaratıcı ve ölümcül bir ruh. Doğa, tapılası görüntüsüyle bir anaç kadındır. Âşık olunmayı bekleyen ama bunu içinde saklayan bir dişi. Diz çöktüren, el açtıran, ama bununla birlikte “lütfen beni sevin diye yırtınmayan bir gurur timsalidir doğa.
Geleneksel bir çelişki yaşıyor ruhum. Tüm hayallerimi seferber eden bir bir şey aklımı tırmalamaya devam ediyor. Ritimler, üzerime yürüyor sanki yüzümü delip geçen bir esinti içime belirsizliği üflüyor. Kalbimde birikiyor huzursuzluk azar azar ve bu şey beni hayatıma mahkûm bir esir gibi ikiye bölüyor. İradem bir hayvanın kuduzluğunda paramparça olurken karşıma çıkan özgür bir adam beni yeniden yaratıyor.
Tanrı çağırıyor tüm bedenleri, alacakaranlığın o kaçak ve kül rengi yalnızlığına. Bir dua ezberletiyor okuma yazma bilmeyen sefillere. Zorla dâhil oluyorlar bir sürüye. Özgürlük artık el sallayan bir çift göz oluveriyor. Yüzyıllar boyunca, tanrı, -hiçbir zaman- insan olmayı beceremediği için, tüm kinini bu kabileye kustu durdu. Bu sürü kinin ve acının topluluğuydu, putları etten, evleri ise kandandı. İnsan dünyası ve tanrıların savaşıydı bu sadece; bir tarafta sürü diğer tarafta ise sadece çoban vardı.
Hükümsüzlük, tüm yolları kapayan bir karabasan gibi, beni bir başkasına muhtaç etti. Eksik doğmuş bir ucubenin kollarında dünyaya gelenim. Tüm yollar ölümle kesilmiş. Tüm yollar bizimle dolu. Olamamanın verdiği ıstırap çiğ bir ruhun ağzında sakız olmuş. Olamam! Yalnızlığa alışkın değilim! Âşık kalmalıyım bir diğer ateşe, göze, kalbe, ruha, acıya! Beni doyuran, dişi bir şeytanın kör uçlu memesiyken, yalnızlığa alışamam! Doğur beni karanlık! At beni, istediğin dişinin kucağına! Ben tek varisin olmalıyım yeryüzündeki acının hükümdarlığında…
Karanlık kendini sakınıyor benden artık. Benden ve benim gibi olan güçlüler kabilesinden çekiniyor acizliğin krallığı… Nükseden bir hastalık yayılıyor nehrin diğer tarafına. Saflığın kıyılarına ulaşıyor. Mahkûm çığlıkları artık suyun diğer tarafından duyuluyor. Küfür ve pislik artık inanların kitabına sızmaya başladı. Barbarlık tüm evreni altında inletmeye devam ediyor. Bakire doğa tüm zarafetiyle beni izliyor. Bense satın aldığım saflığın kanında boğuluyorum.
Saflık, taptığım tek şeydi oysaki. İkiz acılar gibi birbirimize yapışık doğmuştuk. Altın gibi değerli ve eski kıymetler kadar ulaşılamaz. Saçları sapsarı bir gelindir saflık ve bekâretini bana saklayan bir azizedir. Bedenimin önünde eğildiği tek şeydir “Saflık”. Şarabın içinden çıkan bir cin gibi kızıldır yüzü. Kutsal ve el değmemiş bir güzelliktir. Tadılmamış bir meyvedir. Soyluluğun işareti ve alameti olan ve bana bahşedilen: “Saflık” Önünde eğiliyorum!
Kimyasını çözemediğim şeyler var. Sezgilerimden güçlü ve beni ele geçiren, sarsan şeyler… Düğümlenen bir lokma gibi boğazı tıkayan bir şeyler… Tükürmeliyiz, küfretmeliyiz o şeylere. Üstünkörü yaratılmış olanlara sesleniyorum:” Ben yüksekteyim ve siz ben yükseldikçe daha da yukarıya bakmaya mecbursunuz!” Yorulan hayallerim değil sizin sapkın tanrınızdır. Bir küçük kızın kanından beslenen tanrınız. Sizi hareket ettiren şey sadece pamuktan iplerinizdir ve ucunda ki kukla ustasıdır. Tutsaklık, bizi özgürleştirecek olan şeydir, ölmeyi meşrulaştıracak olan ise sadece bizim varlığımızdır. Sona yaklaşırken sakın ellerinizi korkak alıştırmayın ve vurun tüm kininizle sefil sürüye! Aç kollarını sana geliyorum; “Güç Tapınağı”. Çünkü silkindim ve attım üzerimden tüm “İnsani Acizliği”.
Can Murat Demir