Aile otoritenin daha doğrusu ahlaki ve toplumsal gerilimlerin ortasında gücün tek başınalığına sahip bir iradenin[3] yansımasıdır. Aile mitinin sinemadaki kullanımlarının “erk” üretimi ya da hiyerarşik bir güçler dizgesine dayanması tesadüfi değildir. Dolayısıyla kültürel ve ideolojik süreçlerin aile mitine içkin olması oldukça normal karşılanmalıdır (Aktan, 2018).
Kendi evimizi ev olarak görmemek, orada kendimizi evimizde hissetmemek, ahlakın bir parçasıdır.[2]Theodor W. Adorno
Aile, toplumun en küçük yapıtaşı, daha doğrusu en küçük evresidir (Aktan, 2018). Toplumun kültürel anlamda da mikro bir temsilini andırır.
Soru: Ev, geleneksel bir ideali mi temsil eder? Ev mitinin sinemadaki görünümleri hakkında ne söyleyebiliriz?
Soruların cevapları ev mitinin kökenlerine inmemize fayda sağlayabilir. Bu bağlamda ev mitinin ilk sorudaki görünümlerine bakmakta fayda var: Ev tasavvurunu Marksist bir okuma ile ele alırsak karşımıza yıkılması gereken bir yapı çıkar. Çünkü Marksist gelenekte ev burjuva geleneğinin ve kültürünün ürünüdür ve derhal yok edilmelidir. Ancak kabul edilen odur ki ev en genel tabir ile bir mekândır. Peki, bu mekân neleri kapsar: (Aktan, 2018)’ın aktardığı üzere ev sadece bir mekân değildir. Ev, psişik, düşsel bir bağlamda kişisel deneyimlerin bütünlüğe geldiği kolektif bir birliği çağrıştırır. Dolayısıyla ev edimsel ve metafizik bir boyutta kendisini konumlandırır. Ev bir idealin bir anlamın temsili olarak özümsenmiş bir kültürün nefes aldığı bir yer olarak karşımıza çıkmaktadır.
Sonra ne oldu?
1980’lere kadar aile tasavvuru kutsal bir mabet olarak telakki edildi. Ancak sonra işler değişti. Özellikle Özal hükümetinin serbestleşme ve globalleşme yaklaşımları, neo-liberal söylem ile uyuşuyordu. Bu siyasi konfor alanı sinemayı da etkiledi. Geleneksel olanın terkedilmesiyle daha özgürlükçü, dişil bir sinema tasarımı ortaya çıktı. Artık kadın evin fedakâr kurucu üyesi değildi. Kadın evlenmeden çocuk doğurabilir hatta bir erkekle evlilik dışı bir ilişkiyi yürütebilir cinselliğini sonuna kadar yaşayabilirdi. Kadın söyleminin değişmesiyle ondan beklenen fedakârlıklar ve sorumluluklar da zamanla azaldı. Toplumda egemen olan erkek egemen anlayışı erozyona uğratılmıştı. Bir sürü film ve yönetmen bu değişimi işledi: Yavuz Turgul (Fahriye Abla, 1984), Halit Refiğ (Teyzem, 1986), bunlardan sadece birkaçı. Yeşilçam tarafında da birtakım hareketlenmeler oldu: Müjde Ar ve Hale Soygazi gibi oyuncuların rol aldığı feminist akımın örnekleri dikkat çekmektedir.
Aile: Kendi Olamayanların Cehennemi ya da “Olmamışlık”
Ailenin kutsallaştırılması gerçekçi olamayan bir bakış açısının sonucudur. Aile ortamı denilen yer demokratik bir ortamı andırır gibi görünse de aile de yer alan bireyler asla bir özne olarak görülmez. Çocuk kaç yaşına gelirse gelsin çocuktur, Anne ise sorumluluk ve fedakârlık timsali olan, Baba ise otoritenin kullanıldığı hatta meşrulaştırıldığı taraftır. Ev mitinin arka planında çalışan güçler oldukça baskıcı ve taviz vermez görünmektedir. Duvarlarla çevrelenen ve sınırların kapılarla tespit edildiği ev aslında kendi olamayanların cehennemidir. Evin hiyerarşisi içinde Baba başlı başına sınırdır ve geçilemez, evin diğer fertleri sadece olaylara ve emirlere muhatap birer nesnedir, nesne olan ise asla bir özne değildir. Bu aşamada ev sıcak bir yuva değil boğucu ve kasvetli bir cehennemi andırır. Bu cenderede ev miti mevcut kültürel değerlere göre belirlenir ve betimlenir. Ev, kültürün küçük ajanıdır.
Yurtsuzluk: İnsan Varoluşunun Sakatlığı
Heidegger, ‘insanın bu dünyaya fırlatılmış olduğundan’ bahseder. Bu tümce salt başıboşluğu ve kimsesizliği vurgulamaz. Tam aksine ölüme doğru giden insanın kaygısını belirler, onun bir vicdanı vardır, ölüm korkusuyla yaşama bağlar kendisini. Dünya ise anlamını insandan alır, insan bu yönüyle diğer şeylerden farklı bir ontolojik düzeleme tekabül eder: İnsan anlam üretir ve anlam kazan-dır-ır. İnsan anlam işçisidir ancak önce kendisini bulması gerekir, aksi takdirde bir nesne olmaktan öteye gidemez. İnsanın anlam kazanmaya geldiği yer olarak ev bu iş için pek uygun değildir. Dolayısıyla ev kendini arayana bir cehennem olur çünkü orada bedenlerde zihinlerde tek bir şeye itaat eder: Otoriteye.
Yurtsuzluk kendini arama sürecinin başlangıcını teşkil eder. Kişinin bir yere ait olamaması kendisine ait olma içgüdüsüyle açıklanabilir. Özne olma buradan itibaren başlar. Peki, bu cehennemde neler oluyor? Kısaca kişi varoluşsal genlerinden gelen yalnızlığını ev ile bastırmaya sağaltmaya çalışır ancak nafile, ev böyle değildir, ev bu durumda kimsesiz ve yurtsuzluğun bezirgânlığını yapar. Ev sinemada hem bir kaçış hem de bir sığınma davranışının yani varoluşsal bir dilemmanın sahipliğini yapar.
Sonuç Yerine
Aile miti her ne kadar sağlam bir fiziğe sahip olsa da akışkan (evrensel) kültür sayesinde yeniden üretilmekte ve bu sürecin temsilcisi olarak sinema ciddi bir görevi üstlenmiş görünmektedir. Bu bağlamda aile tasarımının doğal sonucu olarak, erkek-kadın ilişkisi, çocuğun pedagojik gelişimi, cinsel özgürlük ve demokratik söylem ihtiyaçları gibi birçok kültür elemanı kendini göstermektedir. Aile, sinemada klişe bir tema olarak karşımıza çıksa da, toplumun içsel gerilimlerinin temsili bakımından oldukça önemlidir. Bu önemli ve kritik konumu gereği aile “insan nedir” sorunsalının da kaynağıdır. Modern sanatın ehlileştirme ve dönüştürme yeteneği sayesinde “aile” geçmişe nazaran daha demokratik ve katılımcı bir söylem kazanarak kendisini sinemada sunmaya devam edecektir.
Can Murat Demir
[1] Oktan, A. (2018). Korkuyorum Anne ve Vavien Örnekleminde Aile Mitinin Sinemasal Görünümleri. Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, (29), 11-34. DOI: 10.31123/akil.407403
[2] Adorno, T. W. (2005), Minima Moralia, O. Koçak, A. Doğukan (çev.), İstanbul: Metis Yayınları.
[3] Buradan anlaşılıyor ki aile mitinin merkezinde Nietzscheci “güç istenci” kavramı bulunmaktadır. Nietzsche, güç istenci kavramı üzerine düşünen ve yazan nadir filozoflardan biridir.