Anti-felsefe en genel ifadeyle, herhangi bir felsefe yapma tarzının negatif yönlü yorumu ve eleştirisi olarak karşımıza çıkar; başka bir ifadeyle, kanıksanmış/yerleşmiş bir felsefe yapma tarzının ters çevrilip özgün haline dönüştürülmesini betimler. Burada eleştirilen şey önce metot sonra doğal olarak içeriktir: “anti” vurgusu ise filtreleme/ayıklama sürecine işaret etmektedir.[1] Dolayısıyla anti-felsefe bir arınma ve gereksiz yüklerden kurtulma bir “ihya” hareketidir diyebiliriz. Felsefe tarihine bakıldığında bu tarz anti-felsefe yapan birkaç filozof mevcuttur: Herakleitos, Sokrates, Descartes, Nietzsche, Wittgenstein ve Heidegger vd. Bu filozofların ortak özelliği kendilerinden önceki düşünce sistematiğini bozguna uğratmış olmalarıdır. Herakleitos Parmenides’in, Sokrates Doğa filozoflarının, Heidegger (Sokrates sonrası) Batı metafizik anlayışının, Wittgenstein ise Russel ve Frege’nin (matematikçi ekolün) anti-filozofu olarak karşımıza çıkmaktadır. Peki, bu anti- filozofların derdi neydi, neden bu denli yıkıcı olmak zorundalar? Alain Badiou[2] bu sorunun cevabını “Wittgenstein’ın Anti-Felsefesi”[3] adlı kitabı ile cevaplamaya çalışmış.
Anti-Filozof Olarak Wittgenstein
Bazı filozof-lar, döneminin felsefe anlayışıyla barışamaz, ondan rahatsız olur, onunla sürekli didişir ve onu yerinden etmeye çalışırlar. Bu filozoflar kanıksanmış düşünce sistemlerini adeta düşman telakki etmişlerdir. Wittgenstein, matematikçi olarak başladığı akademik hayatının büyük bölümünde hocası Russell da dâhil tüm metafizik geleneği yerinden etmeye kararlıydı çok sürmeden çömezi olduğu Russell’ın ustası oldu. Wittgenstein açık sözlü biriydi. Eleştirel tavrı dürüstlükle buluşunca ortaya her türlü saçmalığa ve zırvaya karşı yerinde duramayan bir filozof çıktı (bu durum oldukça makul görünüyor!). Wittgenstein sadece konuşmak değil, eyleme geçmek istiyordu ve felsefesiyle bunu savlıyordu. Kolları sıvadı: Dönemin matematik ve pozitivist geleneğiyle savaşmaya karar verdi.[4] Aklında tek bir şey vardı: Felsefeyi -daha doğru ifadeyle- düşünceyi ilk-başlangıca döndürüp felsefeyi bir katarsise maruz bırakıp ihya etmek. Ona göre metafizik ve her türlü indirgemeci anlayış (ki buna pozitivistler ve matematikçiler dâhil) felsefenin önünde bir engeldi ve onlarla savaşmak bir anti-filozofun asli göreviydi.
Wittgenstein felsefe yapabilmek için açıklık daha doğrusu bir boşluk arayışındaydı. Metafiziğin baskı ve dayatması sonucu bir sürü zırva gerçek olarak addedilirken, felsefe felç bırakılmış, adeta bir “hayal fabrikasına” dönüştürülmüştür. Bu oldukça rahatsızlık vericiydi. Anti-filozof bu tuhaf ve hastalıklı gidişata dur demeliydi. Wittgenstein tahribatın özellikle dil tarafından geldiğini gördü, bilinen o ki metafizik sezgi (mistisizm) kaynaklı bir epistemolojiye ve bu doğrultuda varsayımsal birtakım konuşmalara dayanıyordu. Bu bağlamda Wittgenstein, dil fenomenine dikkat çekerek yeni bir düşünüş şeklinin zaruri olduğunu göstermeye çalışıyordu. Ancak öncelikle tüm kesin kurallar ve çizgiler bertaraf edilmeliydi. Bu amaçla dil, metafizik ve pozitivist gevezeliklere son vererek, her türlü şatafat ve yükten arındırılmalıydı. Dil, sadece yaşantı dünyasına atıflarda bulunmalı, mistik birtakım kaygıların tercümanlığına soyunmamalıydı. Dil kendisine Wittgenstein 1922 yılında Tractatus’u kaleme aldı. Kitap, dil ile gerçeklik uyuşumunu gündelik dil üzerinden tasarlayarak felsefe etkinliğini dünya dışı olgulardan azat etti. Felsefenin sorunlarını çözmeye kararlı olan olan Wittgenstein Tractatus’ta –ironi yaparak- “susma”nın konuşmaktan evla olduğunu dile getirmiştir: Özellikle 6.54 numaralı önerme Tractatus’un özgünlüğünü ve yıkıcılığını en iyi yansıtan önermedir.[5]
Sınır Çizmek ya da “Sessizlik” Eylemi
Tractatus bir eylem [susma] kitabıdır, Wittgenstein tüm kitap boyunca (Önsözde) mealen şu tümceleri tekrarlar: Sınır çekiyorum, düşünmeye, ya da, daha çok-düşünmeye değil, düşüncelerin dile getirilişine… Wittgenstein düşünceye sınır çekilemeyeceğinin farkındadır ancak onun asıl amacı belirttiği üzere düşüncenin dile gelişinin sınırlanmasıdır. Burada sınır çizilmek istenen şey dil’dir. Dile gem vurmak isteyen filozof haklıdır: zira konuştuklarımız çoğunlukla zırvadır, bir şey söylemez, olsa olsa gevezeliktir -saçmadır. Kontrolsüzce dile gelen tümceler (Wittgenstein’ın tabiriyle önermeler) epistemolojik ve ahlaki anlamda kaosa neden olmaktadır. İnsan dünya, tanrı, estetik üzerine konuşur durur, peki bu lakırdılar neye hizmet eder? Söylemlerimizi gözden geçirdiğimizde sadece ve sadece konuşabildiğimiz için konuştuğumuz gerçeği ortaya çıkar. Kısaca konuşmak, boş konuşmaktır. Konuşmuş olmak için konuşmak saçmalıktır. “Dünya, olduğu gibi olan herşeydir” tümcesiyle başlayan Tractatus bu saçmalığa son vermek için yazılmıştır. Dünya hakkında söylenebilecek sözler söylenmiştir, dünya öylece ve tam da olması gerektiği gibi karşımızdadır, yoruma ya da aşkın ifadelere gereksinimi yoktur. Bu saatten sonra dünyaya ilişkin söylenen her tümce metafizik bir söylenti ya da sezgisel bilgidir. Bu bilgi türü felsefenin alaşağı edilmesinin yegâne dayanağıdır. En tehlikelisi de sözüm ona metafizik[6], kendisini müspet ve yeni bir bilgiymiş gibi insanlığa sunmaktadır. Wittgenstein’ın sınır çekme gayretinin gerekçesi tam olarak bu metafizik saldırılardır. Ne yazık ki filozof ta bu saldırılardan payını almıştır ve her şeyin düşünülebilir olduğu kanısına varmış, sezgisel ve spekülatif kısır bir döngünün içine girmiştir. Bu aşamada sessizlik eylemi devreye alınır: Tractatus –son önermede– öldürücü darbeyi vurur: ”Üzerinde konuşulamayan konusunda susmalı.”[7] Bu tümce ile Tractatus felsefeyi dar[8] bir tanıma büründürerek sağaltma yoluna girer. Onu kesin cümleler kurmaktan men eder. Dolayısıyla Anti-filozof, felsefenin değil onu üretme biçimlerinin karşısına dikilmekle mükelleftir.[9] Anti-filozofun ayırt edici özelliği, küstahça düşünmemesi ve eylemlerinde sahtekârlığa batmamış olmasıdır.[10]
Buradan hareketle, sınır çizmenin sadeleşme ve yüklerden kurtulma gibi işlevleri de yerine getirdiğini unutmamak gerekli.
İmkânsız ve Düşünülebilir Olan
Wittgenstein, düşüncenin kendisine sınır çekilemeyeceğinin farkındadır, bu gerekçeyle düşüncenin değil dilin sınırlanması gerektiğini düşünür. Filozofun sıkıntısı dile gelen tümcelerdir, “evet her şeyi düşünebiliriz” ancak her şeyi söyleyemeyiz. Wittgenstein gizemin varlığını ya da yokluğunu sınamaz sadece söylenenin dünyadaki karşılığına bakar ve bu titiz tavrı sayesinde dilin namusunu (mantığını) sonuna kadar korumayı amaçlar. Wittgenstein Tractatus 6.522’de şunları söyler: “Dile getirilemeyen vardır gene de. Bu kendisini gösterir, gizemli olandır o.”[11]
“İmkânsız olmak, sade ve sadece olmamaktır (ve yalnızca düşünülebilir olmamak değildir).” Badiou devam eder: “Düşünce-olmayanda ayrıca imkânsız olan belirir.” İmkânsız olan var değildir, “Wittgenstein imkânsızın bütün varlığını yasaklar gibidir.”[12] Bu aforizmalar imkânsız olanla dil arasındaki gerilimi özetler. “Dil varsa konuşurum” söylemi hastalıklıdır ve hastalığın tedavisi yine dildedir. Teşhisi koyan filozof (Wittgenstein) hastayı rehabilite etmek ister. Filozof-doktor, dili kötüye kullanma hastalığının çarelerini reçete eder, onun tek bir amacı vardır: felsefenin ihyası. Wittgenstein, (kavramlara boğulmuş) düşünmeyi metafizik illetten kurtarmak ister.[13] Anti-filozof filozof-doktor olur ve şunları teşhis eder:
- Metafizik, bir dil hastalığıdır: dili kötüye kullanmayı sever.
- “Felsefe bir öğreti değil, bir etkinliktir.”[14]
- Düşünme, her türlü teorik çerçeveden kurtarılmalıdır (Tractatus: 6.42). -Düşüncenin karşılığı Dünyada yoksa derhal susmalısın!-
Aranot: Bazı Kişisel Bulgular
Wittgenstein İlk felsefe’ye yani ilk Etik’e bağlanmak istiyordu.Amacına ulaşmasının yegane aracı ise dil fenomeniydi. Onu yeniden temizlenmiş şekilde düşüncenin hizmetine açmak istiyordu ancak bunun için radikal bir tutum gerekiyordu. Bu durumda değişken ve dinamik bir dünyada düşünceyi dayatarak-aşkınlaştırmak isteyen okullar (pozitivizm, metafizik, idealizm vd.) asla çözüm olamazdı. Wittgenstein sade ve süssüz olanın peşindeydi. Bu bağlamda Tractatus, tipik bir ahlak felsefesi kitabıdır. Bu yönüyle Sokratesçidir, dilin namusunu felsefenin geleceğini garantilemek için korumaya almak ister. Wittgenstein bir Sokratesçidir, felsefesinde parlayan şey Antik Bilgeliktir. Düşüncenin yaşantılanmasını dilin (insanın) kurtuluşu olarak görür, ona göre eylem (anlam) erdem’in ürünüdür[15] gevezelik ise metafizik olanın.
Wittgenstein’ın yoğun çalışmalarının tek bir sonuca daha doğrusu tek bir soruya doğru evrildiğini görebiliriz: Şeyleri nasıl bilebiliyoruz? Oldukları gibi mi oldurduğumuz gibi mi? İşte Wittgenstein’ın felsefi arayışının tamamını kapsayan tek soru kanaatimce budur.[16]
Wittgenstein’ın-yerine-geçip-düşünerek şunu söyleyebilirim: Evrensel ve geleneksel kabuller genelde saçamadan ibarettir. Bu saçmanın günümüzdeki kaynağı ise metafiziktir.
Sonuç Yerine
Wittgenstein, düşünme tarzımızı -ilk- başlangıcına döndürme niyetindedir. Felsefenin yazılmamış ama yaşanmış olduğu o görkemli zamanlara özlem içindedir. Uyduruk ve içi boş hakikat söylemleriyle kirlenmemiş, kavramlarla sulandırılmamış bir felsefeye özlem içindedir. Anti-filozof unvanını sonuna kadar hak eden Wittgenstein, Herakleitos’tan, Hume’a, Kant’tan Nietzsche’ye, Lacan’dan Heidegger’e değin uzanan eleştirel felsefenin biricik temsilcileri arasında kendine yer edinmiş önemli bir filozoftur. Badiou bunun farkındadır ve kitabını bu doğrultuda Wittgenstein’a ayırmış ve başlığını da bu doğrultuda oluşturmuştur. “Wittgenstein’ın Anti-Felsefesi” felsefe-severler ve felsefeyle üst düzey ilgililer için biçilmiş kaftan. Wittgenstein’ın iki dönemini[17] de ortak bir potada okuyucuya başarılı şekilde yansıtıyor. Kitap, düşünme işinde ehlileşmek isteyen, özellikle dil felsefesi çalışan insanlar için başucu kitabı olmayı hak ediyor.
Can Murat Demir
[1] Wittgensten’da “çizgi çekme” ya da “sınır çizme” olarak.
[2] Alain Badiou, önde gelen Fransız sol kanat düşünür.
[3] Alain BADIOU, A., Wittgenstein’ın Anti-Felsefesi İstanbul: KETEBE, 2022.
[4] “Don Kişotvari” bir savaş.
[5] “Benim tümcelerim şu yolla açımlayıcıdırlar ki, beni anlayan, sonunda bunların saçma olduklarını görür, onlarla-onlara tırmanarak-onların üstüne çıktığında. (Sanki üstüne tırmandıktan sonra merdiveni devirip yıkması gerekir.) Bu tümceleri aşması gerekir, o zaman dünyayı doğru görür.” L. Wittgenstein, Tractatus Logico-Philosophicus, İstanbul: Metis, 2018.
[6] Kavram burada en geniş anlamda kullanılmaktadır, olan ile olmayanı bağdaştırmaya çalışan düşünme şeklinin genel adı ya da
[7] Tractatus.
[8] Bir şeyin faaliyet alanını ne kadar daraltırsanız o kadar fazla verim alırsınız, bir şey her şeyi yapamaz, yapsa da o işte ne kimliği ne de imzası kalıcı değildir: üstün körüdür. Bir şey de yetkinleşmek her şeyde yetkinleşmekten yeğdir.
[9] Benzer iddialar Hume’da “olgu”, Kant’ta “akıl” ve Nietzsche de “değer” eksenli karşımıza çıkar. Bu eleştirilerin odağı ise en genel anlamda metafiziktir. Özellikle Hume Wittgenstein gibi metafizik felsefeye karşıdır.
[10] “Wittgenstein’ın hedeflerine ulaşabilmesi için düşünceye dar bir tanım getirmesi gerekir. Bu daha en başından çarpıcı olan bir noktadır. Aslında düşünce, anlamlı önermedir ve anlamlı önerme, bir olgusal halin tasarımı veya betİmlenmesidir” (a.g.e. s.43).
[11] Yazım yanlışları eserin kendisinden kaynaklanmaktadır.
[12] a.g.e., s.45.
[13] Felsefede doğru yöntem aslında şu olurdu: Söylenebilir olandan, yani doğabilimi tümcelerinden-yani, felsefeyle hiçbir ilgisi olmayan birşeyden-başka birşey söylememek, sonra her seferinde de, başka birisi doğaötesi birşey söylemeğe kalkıştığında, ona, tümcelerin deki belirli imlere hiçbir imlem bağlamamış olduğunu göstermek. Bu yöntem ona doyurucu gelmeyecektir ona felsefe öğrettiğimiz duygusunu duymayacaktır ama tam doğru yöntem bu olurdu [6.53].
[14] Tractatus, [4.112].
[15] Heidegger, “Hümanizm Üzerine Mektup”ta “düşünmede Varlık dile gelir. Dil Varlığın evidir.” der.
[16] Bkz. Husserl ve fenomenolojik çalışmaları.
[17] İki dönem Tractatus ve Felsefi Soruşturmalar arasında radikal farklılıklar olmasına rağmen felsefi amaç aynıdır: dili sınırlandırarak Metafizik’in elinden Felsefeyi kurtarmak.