D: Sevgili Hegel, Kant bana insanların senin artık asıl isimlerini dahi bilmediğini, sana hitap ederken soy isminle “Hegel” diye hitap ettiğini söyledi. Bu, ünlü resmiyetçi Alman geleneğine hiç uymuyor. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?
H: Sayın hocam, değerli René, müsaade ederseniz size karşı beslediğim samimi duygularımdan dolayı böyle hitap etmek istiyorum. Kant size bu gözlemini aktarmakla çok yerinde davranmış. İnsanlar, benim size beslediğim samimi duyguları bana karşı besledikleri ve retorik olarak da kolay geldiği için bana Hegel diye hitap etmeyi tercih ediyorlar. Ama bizim tilki Kant bir şeyi eklemeyi unutmuş. İnsanlar bizim size karşı beslediğimiz samimi duyguyu ona karşı da besliyor. Bu nedenle insanlar ona Immanuel yerine Kant diye hitap etmeyi tercih ediyor.
D: Sevgili Hegel, insanlar tüm filozoflara karşı aynı samimi duyguyu besliyor farkında mısın? Sözlerimize hemen hiç itibar etmeseler de insanlar bize karşı tarifsiz bir saygı besliyorlar. Fakat bu nedenle bize karşı resmî bir mesafe oluşturmuyorlar. Bize karşı derin bir saygı duymalarda da ayı şekilde son derece samimi bir duygu da besliyorlar. Bu sadece biz filozoflara nail olan bir şereftir. Farkında mısın? Kimse David Hume’a David demiyor mesela. Hume dünya çapında herkesin kullandığı ortak isim. Bu ilginç değil mi?
H: Evet, çok ilginç. Bir açıklaması var mı bunun bilmiyorum. Ama muhakkak olmalı.
D: Muhakkak, olmalı. Neyse. Sana başka bir şey diyeceğim. Kant’a benim özne ve özgürlük sistemimi geliştirdiğini söylemişsin. Bununla da yetinmemişsin. Yaşlı René sistemini daha anlaşılır kurabilirdi demişsin. Ne demek istedin? Ben bir sistem kursam da akademiye hitap etmek yerine doğrudan halka hitap ettiğim için böyle bir izlenim uyandırmaktan özellikle kaçınmıştım. Bunu biraz açıklar mısın?
H: “Yöntem Üzerine Konuşma” gibi daha çok halka yönelik eserlerinde kullandığın dil nedeniyle öyle bir izlenim oluşmayabilir. Ama “Meditasyon” ve “Felsefenin İlkeleri” gibi eserlerine bakınca bir sistem kurgusu olduğunu görmemek mümkün değildir. Sonra tüm külliyatını göz önüne alınca ve felsefenin sistemi üzerine söylediğine, yani felsefenin başlangıcında mantık, temelinde metafizik ve üst uğrağında ahlak felsefesi olduğuna dair açıklamanı dikkate alınca genel olarak ta başından itibaren bir sistem kurgusuyla çalıştığını görmemek mümkün değildir. Zira külliyatının başında Yöntem Üzerine Konuşma ve sonunda Ruhun İhtirasları başlıkları ahlak felsefesine dair eserin var. Bu, Aristoteles’i, hatta neredeyse tüm antikleri andıran açıkça bir sistem kurgusudur.
D: Ne de iyi açıkladın, Hegel. Çok iyi yakalamışsın. Ama Kant bana yönelik eleştirilerin hakkında daha fazlasını söylemişsin. Hatta benim sistem problemimi çözemedi diye onu bile eleştirmişsin. Kant, şen şakrak birisiymiş gibi davransa da aslında alıngan birisiydi. Ama felsefenin ilerlemesi adına bunu sana belli etmemiş.
H: Evet, Kant sistem kurgusu bakımından seni takip etti ve seni biz gençlere anlaşılır kılması bakımından hizmeti için kendisine ne kadar çok teşekkür etsek azdır. Ama sistem kurgusu bakımından bazen düalizme yenik düştüğü için senin gerine düştüğü çok açık. Örneğin yargı gücünü teorik felsefe ile pratik felsefe arasına yerleştirmiş olması muhteşem bir keşiftir. Fakat o, yargı gücünü senden faklı olarak bir aracı, yani araç olarak gördü. Sen sanki yargı gücünü daha derinden kavradın. Fakat senin sistemini teorik felsefe ve pratik felsefe olarak sistematize etmiş olmasına ne kadar çok hayran olunsa o kadar azdır.
D: Senin modern felsefeye özel katkın da sanırım bu konuda. Beni ve yaşlı Kant’ı nasıl kapsayıp aştın?
H: Evet, ama modern felsefeye katkım bununla sınırlı değil büyük ustam.
D: sevgili Hegel, şimdi kibiri bırak. Bak, bizi dinleyenler var sabahtan beri. Herkes sabırsızlanmaya başladı. Senin şu “Tinin Fenomenolojisi”ni kastediyorum. Bu eserin gerçekten özgün bir katkı. Bu eserin yapısını nasıl kurguladığını bize biraz anlatır mısın? Öznenin kuruluşunu ve kurtuluşunu temellendirdiğin söyleniyor, bu eserinde. Benim özneyi negatif temellendirdiğimi de iddia ediyormuşsun ayrıca. Hume, bu eserinde eleştirmediği kimse yoktur diyor. Berkeley, Locke, Fichte… Stoacılar… Hemen herkes payını almış.
H: Evet, sayın hocam, değerli René, siz modern özneyi negatif temellendirdiniz. Eserlerinizde “cogito ergo sum” düsturuna ulaşma yönteminiz dünyayı ve insanlığı kendinizden dışlama üzerine kurulmuş. Amacınız bize bir insanın kendi hayatının öznesi olarak dünya ve insanlık karşısında, dünyaya ve insanlığa sanki dışarıdan bakıyormuş gibi bütüncül bakış yoluyla kendi özgürlüğünü nasıl kurabileceğini göstermek istediniz. Bu muhteşem bir kavrayıştır. Fakat böylelikle insanlığı ve dünyayı düşünmeye davet edişiniz bana yeterince temellendirilmemiş gibi geldi, çünkü Kant’ın gösterdiği gibi bir şey üzerine düşünmek o şeyi edinmekle mümkün olmaktadır.
D: Nasıl yani? Bir şeyi edinmek o şeyde kaybolmak anlamına gelmiyor mu? Bu durumda edinilmiş şeye bütüncül bakış nasıl mümkün olacak?
H: Sizin gösterdiğiniz gibi elbette soyutlama yoluyla. Ama yöntemsel olarak bir şey karşısında soyutlama yoluyla çalışabilmek için o şeyi pratik olarak edinmiş olmak ve epistemolojik olarak kavramlaştırmak gerekir.
D: Bay Hegel, ne dahice düşünceler bunlar… Bu fikirlere ulaşmak için oldukça sıkı çalışmış olmalısın.
H: Evet, gerçekten de çok zor günler geçirdim. Biz modernlerin unuttuğu ve Kant’ın hatırlattığı bir soruyla, felsefenin gerçekleşmesi sorusuyla karşılaştım. Bu soruya yanıt bulmak için bolca Adam Smith ve James Steuert okudum. Onlardan felsefenin gerçekleşmesi üzerine çok okudum ve gördüm ki bir şeyi epistemolojik olarak edinmek, o şey karşısında soyutlamayla çalışmanın ön koşuludur, çünkü ancak edinilmiş olan kavramlaştırılabilir ve soyutlamak için muhakkak şeylere ilişkin kavramlara ihtiyacımız vardır. Yoksa eğer kavramlara sahip değilsek şeyleri zihnimizde bütünsel olarak nasıl tasavvur edebiliriz?
D: Bu anlayışını “Tinin Fenomenolojisi”nde nasıl uyguladın? Bizi bu konuda aydınlatabilir misin?
H: Büyük memnuniyetle. “Tinin Fenomenolojisi”, sistemi ve kavramları hakkında sayısız spekülasyon olan bir eder. Oysa kurgu çok basit ve anlaşılırdır. Eser “akıl” bölümüne kadar olan kısmıyla teorik, “tin” bölümü ile pratik bilinç problemlerini bilincin bir gerçekleşme problemi olarak ele alıyor. Son bölüm olan “mutlak bilgi” bölümü bu iki bilinç türünü sentezler. Bu bağlamda öznel tin, nesnel tin ve mutlak tin üzerine yapılan tüm spekülasyonların bir anlamı varsa o da budur.
D: Sayın Hegel siz ne kadar “çok basit ve anlaşılır” deseniz de ben bile şimdiki açıklamanızdan hiç bir şey anlamadım.
H: O zaman şöyle açıklayayım. “Tinin Fenomenolojisi” sizin talep ettiğiniz gibi insanlığa ve dünyaya bütüncül bakmayı insanlığı ve dünyayı teorik olarak ve pratik olarak edinme ve bunu sonunda, yani teorik ve pratik bilincin bir sentezlemesi olarak ortaya koyuyor.
D: Bay Hegel, bir şey anladıysam René Descartes olayım.
H: Sayın Descartes, öyleyse şansımı bir başka açıdan deneyeyim.
D: Tabi, buyurun, ama ben artık yorulmaya başladım. Kendini toplayıp şunu bir defada anlaşılır bir şekilde açıklasan. Ben sana göre çok yaşlıyım biliyorsun.
H: Bilinç bölümü öznenin dünyayı adım adım nasıl edindiğini ortaya koyuyor. Buna dış dünyanın bilinci deniyor. Bu bilinç dolayısıyla özbilinç oluşturulur. Akıl bölümü bilincin ve öz bilincin sentezidir. Böylece teorik bilinç veya öznel tin bölümü tamamlanmıştır.
D: Şimdi daha anlaşılır oldu. Peki, bu tin bölümü ne ile ilgilidir? Bu uzun bölümün işlevi nedir?
H: Tin bölümü aklın kendisini pratik bilinç olarak göstermesine verdiğim addır. Dünyanın pratik edinilmesini işler. Geride benim tarih felsefem işler. Adım adım Doğu dünyasından başlayan, Yunan ve Roma dünyasından Cermen dünyasına ulaşan insanlık tarihi işliyor geride. Bu tarihin dünyayı pratik olarak edinme tarihi olarak anlatımı “tin” kavramı altında işlenmiştir.
D: Ama bir de “din” bölümü var Tinin Fenomenolojisi‘nde. O bölümün anlamı nedir? Kaç defa okudum ama bir şey anlamadım. Kendi başına da alındığında sanırım çok fazla bir anlam ifade etmiyor.
H: Tinin Fenomenolojisi’nin en son bölümü olan “mutlak bilgi” bölümü teorik bilincin ve pratik bilincin sentezi olmasının yanında çağımızın en üst düşünme tarzı ve bilinç biçimi olarak felsefi bilgiyi temsil ediyor.
D: Peki bunun din bölümüyle ne ilişkisi var. Bak, iyice sabırsızlanmaya başlıyorum artık. Çok uzatıyorsun. Siz Alman filozoflarının hepsinin huyu aynı. Uzatıyorsunuz da uzatıyorsunuz. Bak, siz Alman filozoflarının onlarca kitapta anlattığını Türk şairleri bir şiirde anlatıyormuş.
H: Haklısın yaşlı René. Özet geçmek bize has değil. Ama felsefenin mantıksal olması gerekiyor. Felsefi argümanların boş iddia olmayıp, kendi kanıtını kendinde barındırmasının koşulu budur. Bu bakımdan “din” bölümü tarihsel ve mantıksal olarak felsefi düşünmeyi temsil eden mutlak bilgi bölümünden önce gelmesinin nedeni, dini düşünme tarzının tarihsel olarak aşıldığını göstermektir.
D: Bak, bunu çok iyi düşünmüşsün. Bu çok hoşuma gitti. Ama dinin böylece tarihsel olarak kapsanıp aşılmasının vicdan ve inanç özgürlüğünün reddi olmadığını çok iyi anlatman gerekiyor.
H: Çok haklısınız monsieur Descartes. Vicdan ve inanç özgürlüğü felsefi düşünme seviyesine yükselmekle mümkün oluyor ironik olarak.
D: Biz modernler bunu bugüne kadar bir türlü anlatamadık.
H: Evet, katılıyorum.
D: Yoruldum. Bir cümlede bana Tinin Fenomenolojisi’nin neyi ortaya koyduğunu anlat dersem ne dersin.
H: Eserin, tin bölümü dünyanın pratik edinimini ortaya koyuyor. Mutlak bilgi bölümü dünyanın teorik ve pratik ediniminin sentezidir. Mutlak bilgi aynı zamanda tüm insanlığa ve tüm evrene kuş bakışı bakmak aşamasına yükselmek anlamına da geliyor. Senin insanın kendisini özgür özne olarak düşünebilmesi için sahip olmak zorunda olduğunu düşündüğün bakış açısı yakalanmıştır böylece.
D: Sanırım şimdi anlamaya başladım…
Prof. Dr. Doğan Göçmen