-İyi akşamlar, Emmanuel Levinas. “Tanrı, Ölüm ve Zaman” 1975-76 akademik yılında verdiğiniz derslerin metinlerinden oluşuyor. O halde gelin sizi tanıtayım. Hiç şüphesiz Fransız düşüncesinin en önemli düşünürlerinden birisiniz… Ancak bununla beraber, pek fazla kişi sizi tanımıyor. Çünkü, nasıl denir, bugünün deyişiyle medyada pek yer almıyorsunuz.
Doğrusu, okurlarım ile pek bir tanışıklığım yok. Dile getirmese de beni takip eden pek çok kişi vardır muhtemelen. Veyahut kamuya açık biçimde değil de, baş başayken bunu ifade ediyorlar. Mesela bugünkü gibi bir fırsat doğduğunda. Gerçi şans sayılabileceği gibi talihsizlik de olabilir bu.
-Peki, tek başına ve titizlikle ilerleyen düşünme süreciyle kıyasladığınızda… Kitabın yayımlanmasını izleyen bu patırtı, şamata ve ün hakkında. Tam olarak ne düşünüyorsunuz?
Açıkçası, bir hazırlık yapmadan, metinlerle önceden bir bağ kurmadan. Genel veya özel fikirlerin kamuya açık tartışmalara taşınmasından sakınıyorum. Sözlü öğretimin yazılı şeyleri daima derinleştirmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu açıdan, fiziksel hareketler, yazma eylemi kadar önemlidir.
-Pekala, sizi hızlıca tanıtayım. 1906’da Litvanya’da doğdunuz. Önce Rusya’ya, ardından Fransa’nın Strasbourg şehrine göç ettiniz. Orada bir yandan felsefe okumaya başlarken… öte yandan Maurice Blanchot ile arkadaşlık kurdunuz. 1928’de Husserl ve Heidegger’den eğitim almak için Freiburg’a gittiniz. Ve sonra, malumunuz, savaş çıktı, kamplar kuruldu, Nazizm yükseldi. Bu tarihi trajedinin düşüncelerinizin özüne işlediğinizi söyleyebiliriz. Görünüşe göre, gerçi bunun doğru bir özet veya tanım olup olmadığını siz söyleyeceksiniz. Ama düşünceniz, genel itibariyle birbirinden oldukça ayrı duran alanların… Bir kesişim noktasında gibi duruyor. Birbirinden bihaber gelenekler arasında… Bıkıp usanmadan bir diyalog kurmaya çalışıyor gibisiniz. Burada özellikle Batı felsefesi ile Yahudilik felsefesine atıfta bulunuyorum… ama aynı zamanda sizin için oldukça önem teşkil eden Rus edebiyatı ile Alman fenomenolojisi için de geçerli bu. Böylesi bir kesişim noktasında bulunmak bir tercih mi, yoksa bu yüzyıl tarihinin nihai bir sonucu mu?
Bir seçim değildi. Şu anlamda: Mesele, bir şeyleri araştırıp her seferinde. bundan ne aldım diye merak etmek değildir, değil mi? Özgün bir düşünce, samimi bir düşünce metinlere, özellikle de büyük metinlere. Genellikle birbiriyle sanıldığından daha fazla uyuşan birkaç büyük metne başvurur. Ancak tabii ki özgür bir biçimde farklı yazarlara başvurmak da faydalıdır. Ama daha derin bir tefekkür anlamına gelmez bu. Kendisini mükemmel bir ifadeye, kapsamlı ve hakiki bir tartışmanın kaynağı olabilecek büyük bir ifadeye bağlayan bir düşüncedir bu.
-Sizin “Başka” ve “Başkalık” meselesiyle ilgilenen ön önemli düşünür olduğunuzu söyleyebiliriz. Daima “Başka” ile kurulan ilişkiyi gerçekte neyin oluşturduğunu düşündünüz?
Bu noktada, en sevdiğim meselelerden birine temas ettiniz. Güzel gelişmelere öncülük eden bir fikir olduğundan değil… insan denilen şeyin merkezinde yer alıyormuş gibi göründüğünden seviyorum. İnsanın özü olduğundan. Yanlış anlaşılma olmasın. Bu düşünce biçiminde insanın gerçek anlamda ne olduğu ve “Başka” ile olan ilişkinin ne olduğu arayışı vardır daima. “Başka” ile olan ilişki bana insanlığın ve hatta insanın tanımı, ana özelliği, büyük gizemi gibi görünüyor. Gerek bu meseleye gerekse de “Ortaklık” meselesine yaklaşmadan evvel önemli bir miktarda veriyi işleyerek bilgiyi genişletmek istiyormuşçasına sürekli bir arayışta bulundum. Doğrusu, hâlâ şunu bulmanın önemli olduğunu düşünüyorum:
İnsanlar arasındaki hakiki bir diyalogun, insanlar arasındaki gerçek bir konuşmanın. Tabii bu esnada, alıntılar ve tanımlayıcı bağıntıların benimsenmesi hususunda oldukça dikkatliyim. Ancak esas olan, insanın insanla olan ilişkisinde vuku bulur. Şu bağıntıyı aktarmak istiyorum: Aşkınlık dediğimiz şey, yani bu kendinden çıkış hali, insanidir. Bu kendinden çıkış, daima, bir başkası ile olan ilişkiyle gerçekleşir.
Çeviri: Ümid Gurbanov
@umidgurbanov