Ana SayfaKitapHakikat Bağlamında Marifet ve İman İlişkisi

Hakikat Bağlamında Marifet ve İman İlişkisi

“Hakikat Nedir?” sorusu kadim bir soru ve oldukça kapsamlı bir çalışma alanına tekabül eder. İnsanlık tarihi boyunca birçok yönden ele alınmış bu kritik soru, kâh felsefenin kâh teolojinin yoğun mesaisine girmiş meşhur bir sorunsalı da ihtiva eder. Malum soru birçok ekol tarafından da tartışılmıştır: örneğin felsefe, kelam ve tasavvuf gibi birçok ekoller tarafından ele alınmıştır. Bu anlamda oldukça yoğun bir ilgiye mazhar olmuş Hakikat mefhumu.

“Hakikat nedir” soruşturmasının birçok farklı ciheti vardır, daha doğrusu bu denli önemli olmasında birkaç husus var: bunlardan en önemlileri: insanın manevi anlamda kurtuluşunun yollarını açması, insan-tanrı ilişkisinin mahiyetini belirlemesi ve insan varoluşunun belirlenmesinde yoğun çaba sarf etmesidir. Sonuç olarak Maneviyat, Varlığın neliğini tahkik etmesi bağlamında kritik bir işlevi de üstlenmektedir.

Maneviyat[1] çalışmalarının amacı[2] tektir, dil, mezhep ya da inanç çeşitliliği bu yegâne amacı olumsuz zerre etkilemez, zira hakikat ehli[3] dediğimiz zatlar bu ortak dilden beslenir. Bu bağlamda maneviyat ile uğraşan kişi ister Müslüman, ister Hristiyan isterse Yahudi olsun hep aynı kaynaktan beslenirler. Maneviyat cihetinde neşredilen klasik metinlere ve müelliflerine baktığınızda kullanılan dilin farklı olduğunu ancak eserlerin mahiyetleri tahkik edildiğinde zikrettiğimiz ortak amacın[4] ortak olduğunu görebilirsiniz. Kısaca Maneviyat, tarikleri açısından çeşitlilik arz etse de tek bir şeyi gaye edinmiştir: Allah’ı tanımak[5] ve bilmek (Tek Hakikatin Bilinci).

İslamiyet açısından değerlendirildiğinde ─literatüre biraz aşinaysanız─ karşınıza şu engeller çıkacaktır: Kendine has bir yazım metodu, sembolik ve üstü kapalı[6] bir anlatım. Peki, bu durumu nasıl açıklayabiliriz? Çok basit: Maneviyat bir ehil işidir ve ehil olmak isteyenlere açıktır. Maneviyat ilminin bu tutumu zaruridir, zira maneviyatın söylemleri ortalama insan için abestir, hatta tehlikelidir. Bu hususiyet ve mahremiyet konuya aşina olanlar tarafından bakıldığında oldukça makuldür.

Hz. Âdem’e kadar götürebileceğimiz maneviyat ilmi modern dünyanın yalnızlaştırılmış insanı için bir sığınak gibi görünmektedir: Hülasa mana ve derinlik arayan insanın modern dünyada kaçacağı tek bir sığınak kalmıştır: Maneviyat.

Nefsini bilen Rabbini bilir.[7]

Nefs ve Arınma

Nefis nedir sorusunun cevabı, kavramın muhtevası gereği oldukça geniş bir alana tesir etmektedir zira Nefs, insanın varoluş amacı ve İlahi kelamdan (cennetten uzaklaşma, unutma) kopuşunun da küçük bir özetini içermektedir. Sözlük (zahiri) anlamıyla Nefs, ruh ve can anlamına gelmekte, batında (tasavvufta) ise insanı madde âlemine gark edip, onu türlü şeytani arzu ve hevalara sürükleyen ve Allah ile bütünleşmeyi sağlayan şey anlamlarına gelmektedir. Nefsin bir diğer bağlamı hem pozitif hem de negatif güçlere mekân olmasından mütevellittir. Örneğin; insan ─ihtiyacı olmamasına karşın─ nefsine uyarsa hırsızlık yapabilir ancak aynı nefsi tam zıttı bir davranışta bulunarak zenginliğinin bir kısmını sadaka niyetine yoksullara dağıtabilir; işte tam da bu diyalektiğin ya da zıtlıkların açığa çıktığı savaştığı bir yerdir insan nefsi. O hem iyidir hem de kötüdür, her iki farklı yerde çok rahat çalışabilir. İşte tam burada karşımıza nefsin dönüştürülmesi ihtimali çıkıyor ki ─buna yukarıda da bahsettiğimiz üzere kısaca “maneviyat” ya da tasavvuftaki deyişiyle “marifet” diyoruz. Buradan hareketle kısaca nefs bahsi marifetin tahakkuk ettirildiği tek mecra olarak karşımıza çıkmaktadır. Sonuç olarak Nefsi şöyle değerlendirmek mümkündür: İlahi sıfatların ve isimlerin tecelligahı olması yönüyle Nefs, Allah’ın sonsuz suretleriyle İnsandaki yansıması olarak tasavvur edilebilir. Tekrar etmemiz gerekirse Hakikatin tecelli edeceği yer Nefs’tir. Kısaca üzerinde çalışacağımız, dönüştüreceğimiz şey Nefs’tir: Fethetmemiz gereken ilahi bir enstrüman olarak karşımızda duran Nefs, Yahudi[8], Hint, Çin mistisizminde de adı çokça geçip ıslah edilmesi gereken tek şeydir.

Şimdi gelelim “Arınma” denilen ruhsal olaya… Arınma dediğimiz şeyin tamamen Ruhla ilgili olduğunu herkes bilir ─hatta Mutasavvıflar her fırsatta söylerler­─ Tasavvuf ehlinin sürekli zikrettiği “Arınma-Saflaşma” kavramları şu yüzden önemlidir: ‘Allah’ı içimde inşa etmem için O’nun (Sevgi ve İhsan Etme gücünün) yaradılış olarak tam zıttı olan Nefsimi (Madde âlemine ait tüm arzuları) ıslah etmem şart.’ Bunu nasıl gerçekleşecek peki: ‘Ancak Nefsimin zıttı yönde davranışlar sergilersem bir müddet sonra baktığımda meşrebimin (dünyevi ahlakımın) değiştiğini görebilirim’: işte bu değişime ve  “Arınma” denmektedir.

Neden önemlidir Arınma? Çünkü kişi kendisini ruhsal anlamda ıslah etmezse bir hayvandan farkı kalmamakta, onlar gibi doğup, yiyip içip ölmektedir, burada tamamen içgüdülerine göre yaşayan oldukça yüzeysel bir mahiyete sahiptir insan; zira ilahi görevi ya da yükü de yoktur: bir ot gibi yaşar ve bu dünyadan göçer. İslam’ın İnsan’a atfettiği önem ise oldukça yüklü ve derindir, ona vazife verir, onu halife kılar: “İnsanları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık”[9] ayeti “İnsan”ın ilahi plandaki önemini rolünü ve gücünü en iyi yansıtan ayetlerdendir. Buradan anlaşılıyor ki İslam, insana önem atfederken aslında ona bu önemle birlikte yüce bir görev de biçmiştir: Allah’ı tanımak, O’nu bilmek için bu uğurda tüm benliğini fethetmeli onunla beni ruhunda inşa etmelisin. Bu aşamada yukarıda da zikrettiğimiz gibi şu ayeti hatırlamakta fayda var: “Nefsini bilen Rabbini bilir.”

Nefs hayvanidir, dilediğini alamazsa insan ruhunu bunaltır ki insan genel anlamda nefsinin emrettikleriyle hayatına yön verir çünkü salt “alma[10]” içgüdüsüyle böyle yaratılmıştır. Hayvaniliğin aşılması bunun yerine İnsan-ı Kamil[11]’in oturması gerekir ki bu süreç kemālātın gerçekleşmesi ya da insan varoluşunun layıkıyla tahakkuku anlamına gelmektedir.

İslam Hakikat Anlayışı

İslam tasavvufunda Nefs konusu yukarıda da zikrettiğimiz gibi Hakikatin biricik anavatanıdır. Bu bağlamda Tasavvuf ehlinin tüm teorik ve keşf cihetindeki gayretleri yani hakikat arayışları nefs üzerinde yoğunlaşmakta ve hatta İslam maneviyatının yegâne amacını oluşturmaktadır. Tasavvuf literatüründe[12] Nefs ve Hakikat illiyetini izah etmeye çalışan çokça eser ve müellifi bulunmaktadır.[13]

Bu yazıda bir Osmanlı klasiği sayılan Hakaiku’l-İman li-ehli’l-yakin ve’l irfan adlı eseri incelemeye çalışacağız. Türkçeye Yakin ve İrfan Ehli İçin İman Hakikatleri olarak çevrilip tahkik edilen bu eser, “Musannifek” olarak ta bilinen Şeyh Ali el Bistami’ye ait. “Beş bab’ta tertip edilen eserede, iman kavramının beş şartının hakikatleri (sırları) Kuran’dan ayetler ve hadisler hatta bu konuda otorite olmuş tasavvuf ve kelam ehlinden menkıbelerle izah edilmektedir. Kısaca eserde Hz. Peygamberin “İslam beş şey üzerine bina edildi…” hadisinden hareketle İslam’ın beş temel rüknü olan keleme-i şehadet, namaz, oruç, hac ve zekât konuları, yanı sıra gusül, abdest ve namaz meseleleri fıkıh, kelam ve tasavvuf bağlamında ele alınmaktadır.”[14]

Şeyh Ali el Bistami’ye göre Allah’ı tanımak yetersizdir, bu tanımanın ya da kulluğun birtakım gerekleri olmalıdır, bu konuda şunları söylüyor: “Zira sırf Allah’ı tanımak iman değildir. Bazıları böyle zannetseler de bu yanlıştır, hatta belki küfürdür. Küfür olduğuna delil şudur: Allahı tanımak iman olsaydı İblis’in –Allah’ın laneti üzerine olsun– ve Firavun’un mümi olmaları gerekirdi. Zira Allah’ı tanıyorlardı. Yine İmam Fahreddin –Allah ona rahmet etsin– Şerhu Esmaillah’da şöyle der: Allah beyan etti ki Musa –Allah’ın selamı üzerine olsun– Firavun’a şöyle dedi: Yani ”Ey Firavun, bu varlığı gökyüzünün ve yeryüzünün Mevlası’ndan başkasının yaratmadığını sen de biliyorsun… Yani Firavun’un gökyüzünün ve yeryüzünün Rabbini bildiği anlaşıldı. Eğer sırf marifet iman anlamına gelseydi Firavun’un mümin olması gerekirdi. O mümin olmadığına göre imanın başka bir şey olduğu böylece ispat edildi.” (A.g.e., s. 19-20)

Şeyh’in bu tavrı makul karşılanmalıdır zira bu tavrın kaynağında Allah kelamının iki cihetten[15] yorumlanması kaidesi yatmaktadır. Bu anlamda her ayet ya da hadisi şerh ederken onun bir görünen bir de görünmeyen(hikmetli) tarafına bakmak gereklidir aksi durumda her yorumlama eksik kalacaktır. Sonuç olarak “iman”ın, icra edilmesi ve bilinmesi şart koşulan bir zahiri bir de hikmet dolu derinliği ile batıni yorumu mevcuttur.

İman Hakikatleri klasik bir tasavvuf eserinden ziyade hem tefsir hem de kelam ilminin sınırlarında gezinen bir metin. Bu yüzden referans kaynakları arasında öncelikle ayet, hadis ve çeşitli ulema ve tasavvuf ehlinden bahisler, nükteler ve menkıbeler yer alıyor. Edebi yönüyle de dikkat çeken İman Hakikatleri bazı önemli hususları okuyucunun idrakini kolaylaştırmak için mesnevi ve hikâyelerle besleyerek birçok edebi türü bir araya getirmiş.

Unutkanlık ve Hakikat İlintisi

Maneviyatta temel prensiplerden biri de Allahtan geldiğimizi ve tekrar ona döneceğimizi unutmamaktır.[16] Bu yüce prensip ayet ile de sabittir. Bu bağlamda unutkanlığı doğumla nitelememiz gerekir zira ölüm ile uyanacağımızı söyler Hz. Peygamber.[17] Burada, ilahi huzurdan ve kelamdan uzaklaşmamızın unutkanlıkla ilintisi ortaya çıkar: İnsanoğlu dünyevi âlemde zulmet içindedir ancak hakiki anlama ve kurtuluşa öldüğünde ulaşacaktır. Bu anlamda yukarıdan aşağıya doğru bir ipi hayal edelim: insan varoluşun amacına ulaşmak ve hakikatten pay alabilmesi için aşağıya uzatılan bu ipi tekrar tırmanmak zorundadır çünkü tekrardan hatırlaması için cehennemden cennete uzanır gibi çalışıp Allah’a tekrar kavuşmayı murad etmelidir. Sonuç olarak unutkanlık ile ilgili Şeyh Bistami şunları söyler: “Yani Allah ve kul arasındaki tüm perdelerin kaynağı unutkanlıktır.” (A.g.e., s.38) Perde engeldir ve ardındaki görmenizi engeller yani perde bilgi alınmasını engeller. Perde, Allah’ı bilmenin yani Marifetullah’ın önündeki en büyük engeldir. Hal böyle iken unutkanlık perdelere perdeler de uzaklığa işaret etmektedir. Unutkanlığın yeri yeryüzü hayatıdır, bilmenin makamı ise Allah’tır. Buradan hareketle unutkanlığı en büyük hata ya da günah olarak nitelemek mümkün görünmektedir. Zira hatırlanan ya da bağlanılan şey maddi dünya ise unutulan da iman dolayısıyla Allah olmaktadır. Bu denklemde de görüleceği üzere unutkanlık arttıkça masivaya verilen değer artmakta, iman ve marifet tehlikeye girmekte, zayıflamaktadır.

İman Hakikatleri kurucu bir eser olmamakla birlikte bir Osmanlı klasiği olma özelliği taşıyor. Muhteviyat bakımından oldukça geniş bir tür lateratürü barındırıyor. Kelam, Tasavvuf, Tefsir ve Hadis alanında çalışma yapanlar için alternatif bir okuma olabilir. İman ve Marifet ilişkisinin Hakikat bağlamında (kulluk vazifeleri ekseninde) tartışıldığı oldukça zengin türlere sahip kendine has bir metin olmakla birlikte mahiyeti sebebiyle Tasavvuf okumaları yapanlara da tavsiye edilebilecek bir eser.

Can Murat Demir

[1] Kavramı genel anlamda tüm mistik çalışmaları kapsayacak şekilde kullandım.
[2] Maneviyatın tek bir amacı vardır, o da Tanrıyı tanımaktır.
[3] Kelam, Tasavvuf ve Felsefe ekollerinin herhangi birinde çalışma yapan ve ilerleyen kişi.
[4] “Allah’a giden yollar, mahlûkatın nefesleri sayısıncadır.”
[5] Allah’ın âlemi hilkat yasalarına vakıf olmak, O’nunla kesintisiz rabıta kurmak.
[6] Manevi seviyelerden yazılan her eserde bir muğlaklık hâkimdir, bu muğlaklığa üstü kapalı/şifreli bir dil de diyebiliriz. Bu metinlerin sıradan insan için yazılmadığını bilmemiz gerekir. Maneviyatta kural her seviyede tahakkuk eden sırrın korunmasıdır, hakikat ehlinde ifşaat benimsenmeyen [ham] bir davranıştır.
[7] Tasavvuf ehli için özel öneme haizdir bu hadis. Maneviyat çalışan biri için yol gösterici olan bu hadiste, Allah’ın nefsimizin içinde yaşadığını ve eğer nefsimizi tanıyıp onu müşahede edebilirsek Allah’ı da idrak edebileceğimizi söyler. İbn Arabi’nin ünlü eseri Fusüs-ül Hikem’de husisiyetle zikredilen bu hadis Arabi’nin kendi yorumuyla şöyle izah edilir: “Eğer Zat-ı İlahi’den bütün nispetler (yani Esma ve Sıfatlar) kaldırılmış olsaydı O bir ilah olmazdı. Hâlbuki (Zat’da teşhis edilebilen) bütün bu nispetleri kuvveden fiile çıkaran bizim nefsimizdir. İşte bu anlamdadır ki O, bizim O’na içten bağlılığımızla “İlah olarak Hakk’ı İlah kıldığımızdır. Bu itibarladır ki bizim nefsimiz bilinmiş oluncaya kadar Hakk bilinmez. Peygamber’in “Nefsini bilen Rabbini bilir” sözü bunu ima etmektedir.”
[8] Tevrat’ın ayrıntılı tefsiri olan “Zohar Kitabı”nda Nefs’e çok gönderme yapılır, Yahudi Kabalasının kilit metni olan Zohar, tıpkı Tasavvufta olduğu gibi “Nefs” üzerinde çalışmayı salık verir ve Nefs mefhumuna “Ego ya da Benlik” diye isim verir.
[9] İsrâ 70
[10] Tanrıda bulunan “İhsan Etme” ve “Sevgi” koşullarının tam zıttı olarak.
[11] İslam tasavvufuna göre İnsan-ı Kamil Hz. Muhammed’dir.
[12] Özellikle Osmanlı Dönemi Tasavvuf Literatürü.
[13] Ferîdüddin Attar, Molla Abdurrahman-ı Câmî, Lâmiî Çelebi, Abdülvehhâb eş-Şârânî
[14] Şeyh Ali el Bistami, “Yakin ve İrfan Ehli İçin İman Hakikatleri”, 1. Bas., (Ketebe 2021)
[15] Zahiri ve Batıni.
[16] Ayetin aslı şu şekildedir: “Onlar; başlarına bir musibet gelince, “Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz” derler.” Bakara 156
[17] “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar!”

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

buraya bak