Maneviyat, daha doğrusu manevi yazılar yazmak oldukça güç bir iştir, çünkü herhangi bir cenaha ya da ideolojik reaksiyona yanaştığınızda işin rengi değişir. Maneviyatı yazmak daha doğrusu Tanrı-İnsan ilişkisinden bahsetmek zor bir mesaidir. Bu alanda tebarüz edebilmeniz için kesinlikle tek bir derdinizin olması gerekir: O da “Hakikati Aramak.” Yazdığınız ya da tartıştığınız konu ne olursa olsun hakikatin çağrısına, kaidelerine, ahvaline uygun bir davranış şeklinde olmalısınız: Bu oldukça zordur. Maneviyatı çalışmak, O’nunla yaşamak, O’nun yasalarına bağlı kalmak, felsefe ya da doğal bir bilimi çalışmaya benzemez. Maneviyat, özel ihtimam gerektiren hususi ve kutsi bir alandır. Madde âleminin salık verdiği kişisel çıkarların ve egonun emrettiklerinin üstünde seyreden bir ilimdir. Kısaca manevi duyguların geliştirilmesini ve bu yönde ilerlemeyi düstur edinir. Maneviyat, bilinenin tam aksine maddi âlemin tamamen yok sayılmasını değil, maddi âlemin fethedilip onun üstünde yükselmeyi, bu dünyaya rağmen “Doğanın Yasaları”na[1] bağlanmayı konu edinir. İşbu yüzden maneviyatın çalışılması ciddi bir tekamül işidir.
Günümüz dünyasında, maddi dünyanın gerektirdiklerini iyi bilip onları manevi dünyanın güçleri ile birleştirebilmek ve ortaya çıkan değeri ve yeteneği günümüz dünyasında pratiğe dökmek büyük maharet ister. Bu tarz insanlar nadiren dünyaya gelir ve zorluklar içinde yaşayıp ölüp giderler. Simone Weil bu özelliklerin hepsine sahip bir düşünür: Yazdıklarıyla bir filozof, yaşadıklarıyla bir mistik ya da modern bir derviş.
Bazı insanlar kendisi için yaşamazlar onlar sadece Diğerinin hakkını koruma göreviyle bu dünyaya gelir, tüm hayatını Diğerinin hakkının korunması üzerine inşa eder. Simone Weil bu insanlardan biri. O sadece düşünmedi, yaşadı da. Tıpkı selefi Sokrates, Patocka, Hypetia, G. Bruno gibi. Weil tıpkı selefleri gibi yaşamı ölüme hazırlık olarak görüyordu. Bu ölüme hazırlık mevzusuna hazırlığın bir kısmını felsefe sayesinde gerçekleştirdi. Weil nasıl yaşadıysa öyle öldü. Tıpkı bir derviş, filozof bir şehit gibi…
“İnsanlığa şimdiye kadar verilmiş en paha biçilmez şey ölümdür”[2] diyen Weil, aslında hem yaşamın hem de ölümün biraradalığının çözümlenmesini bizlere sunar: Ona göre bu kavramlar salt felsefi metaforlar değil, bizzat tatbik edilmesi gereken hayati öneme haiz kavramlar. Weil bu kavramları insan açısından felsefi bir fantezi olarak görmüyor, bizzat bu kavramları “fail” olan insana bir amaç olarak yüklüyor ve bu misyonun biricik olduğunu ileri sürüyor. İnsanın ontolojik değeriyle de ilintili olan ölüm-yaşam çatışmasını insan ruhunun kurtuluşuna odaklıyor. Bu bağlamda Weil’in ölmeyi öğrenen insanı modeli Heidegger’in “ölüme doğru varlığı” [Dasein] gibi değildir, o, insanı iş başında görmek ister, onu bizzat fail-sorumlu olarak atfeder. Weil, modern felsefeye meydan okur: mızmızlanan, kendi içine çöken kavramlarla boğuşan, yitik ve pasif bir felsefeyi insana reva görmez. Gündelik yaşamla yozlaşmış olan oyuncaklar (kavramlar) ona göre değildir, O’nun düşünme ve eylemleri paraleldir, bizzat yaşamın içinde devinir: Weil, düşüncenin sarhoş edici meditasyonlarından ziyade insan duygularının ruhsal (manevi)[3] derinliğiyle ilgilenmeyi yeğlemiştir.
Kişi ve Kutsal[4], kişinin dünyevi “hak” arayışının manevi plandaki anlamlandırılmasının yollarını ararken, aynı zamanda “hak” kavramının “gayrişahsi” ya da “toplumsal olan”la ilintisini irdelerken bu illiyet bağının “hukuk devleti” kapsamında küçük bir değerlendirmesinin özetini yapıyor. Weil bu analizleri yaparken oldukça objektif felsefi bir dil kullanıyor: “Politik olan”a değmeden, tamamen “insan” egosu odaklı bir anlayışla içgüdülerin ayrıntılı bir tasnifini yapıyor. Bu tipik bir mistik tavrı gibi görünüyor zira Weil, felsefesinin sacayaklarını, maddi insan ilişkilerinden manevi alana yaptığı göndermelerle kuruyor, özellikle gayrişahsilik kavramına atıflarda bulunarak, “Ben” kavramını inceliyor. Onu didik didik edip parçalarına ayırıyor ve sonra insan davranışlarının üzerindeki yansımalarına mercek tutuyor. Bunu yapmasının tek bir nedeni var: “Nefsaniyet” ve “Ruhun Kurtuluşu.” Tasavvuf literatüründen aşina olduğumuz bu meşhur paradoks Weil’in tüm felsefi yazınına sızmış durumda. Yazma serüveninin ana teması aslında bu eksen üzerinden oluşuyor: ‘İnsan, maruz kaldığı haksızlık ve acı karşısında hangi hale bürünmeli, nasıl davranmalı?’ Kişi ve Kutsal bu sorunun cevabını arıyor.
Her insanda kutsaldan bir parça vardır.[5]
Hz. İsa Vurgusu
Weil, hemen hemen her bölümde Hz. İsa ve misyonuna göndermeler yapıyor. Hatta İsa peygamberin davranış şekli eserin tam merkezinde konumlandırılmış: Kişi ve Kutsal bu bağlamda referans kaynağı Hz. İsa. Weil, örnek bir insan modeli olarak Hz. İsa’yı öngörüyor ve tüm felsefi çıkarımlarını bu noktadan serimliyor. Peki, neden Hz. İsa? Bilindiği üzere Hristiyan teolojisinin Hz İsa’ya bakışı şöyledir: İsa tüm insanlık için ölüme yürümüştür, o çektiği acının yükünü kimseye devretmemiş, çarmıhtayken dahi yeise düşmemiş birisidir. Bu anlamda Weil için İsa peygamber tam bir prototiptir: insanlık için feyz alınması gereken “manevi yaşam” O’nda toplanmıştır, İsa manevi aşkın sembolüdür. Hz. İsa’da mündemiç fedakârlık ve dünyeviliği reddetmesi manevi karizmasını oluşturmuştur diyebiliriz. “Yalnız cennetten gelen hakiki manada bir iz bırakabilir”[6] diye tabir ettiği gizli kahraman Hz. İsa’dır.
Hukukun aşkla ortak bir zemini yoktur.[7]
“Hak” Kavramına Bakış
Modern ve modern öncesi dönemlerde Hak kavramının politik ya da toplumsal alanda hangi kurumlar tarafından kullanıldığını biliyoruz, gerek Roma gerek Antik Yunan yönetimlerinde hak kavramı salt olarak güç alanı oluşturmak için yaratılmış ve bu uğurda halk yığınları sadece bir araç olarak kullanılmıştır. Weil, bu konu üzerinde dururken devlet veya siyasi parti organizasyonlarının politik eleştirisini yapıyor. Güç uğruna yığınların bu kurumların eliyle daha kolay köleleştirildiğini iddia ediyor. Hak kavramının demokrasi bağlamını da açan Weil, aslında bu kavramların adalet ile ilintisini/ilintisizliğini gözler önüne sermeye çalışıyor. Bu ironik ama talihsiz oyunu Antigone’dan[8] bu yana yaşadığımızı vurguluyor.
Kişi ve Kutsal iyi incelenirse klasik Marksist bir metin olmadığı anlaşılır. Zira Weil, metnin ilerleyen bölümlerinde bazı materyalist filozoflardan şöyle yakınır: “Bu yalanlardan biri de 17.yy materyalistleri tarafından öne sürülen doğal haklar kavramıdır. Burada gerçekten aydınlanmış, kuvvetli ve Hristiyan ilhamıyla donanmış bir ruh olan Rousseau’dan[9] değil, Diderot ve Ansiklopedistler’den bahsediyorum.”[10] Weil’in tarafsız yaklaşımını burada görmek mümkün; materyalist filozofları dahi kendi arasında kategorize edip onlara farklı bir muamele gösteriyor. Weil için “hak” kavramının tespiti ve anlamlandırılması Hristiyan manevi değerlerinin taçlandırdığı erdemli insanın davranış modelinde kendini gösterir.[11]
Erken bir sonuç olarak Weil cihetinde Hak kavramının Kişi ile bağıntısını şöyle özetleyebiliriz: Kişi ne yaparsa yapsın, manevi ışık ve aşktan uzak kaldığı sürece tüm arayışları ve mücadelesi beyhudedir, zira buradan bir hakikat çıkmaz, bu ilişki ve mücadelelerden sadece ve sadece güç ve onun türevleri peyda olur.
“Şahsilik” ve “Gayrişahsilik” Kavramları
Weil, Kişi ve Kutsal’da yukarıda da belirttiğimiz üzere Hak kavramını incelerken kavramın sosyo-politik arketiplerine –ki bu tavrı hak kavramının tarihsel arka planını okuyucuya başarıyla yansıtılmış– başvuruyor, akabinde Hak kavramının başkalaşmasından ve bu başkalaşmasının kökeninde yatan insan içgüdülerinden bahsediyor. Bu değişimler ve sarsılmaların eşiğinde ‘insan ne yapmalı’ sorusunu soran Weil, kendinden emin bir şekilde insanın kendisini keşfetmesinden ve Diğeri ile ilişkisini düzeltmesi gerektiğinden dem vuruyor ve Ego’nun emrinde çalışan bir Ruhun ister toplumsal isterse bireysel olsun, hak mücadelesinin hüsranla sonlanacağını hatta sonlandığını ispata girişiyor.
Peki, nedir bu gayrişahsilik? Weil, Kişi ve Kutsal’da çokça vurguluyor bu kavramı ve metnin merkezine oturtuyor diyebiliriz. Çünkü gayrişahsilik ya da şahsilik Diğeri’yle ilgili olarak vuku bulan bir kavram. Dünyevi ilişkilerin, politik çekişmelerin, sanatın, şiirin, edebiyatın, felsefenin, toplumsal kalkışmaların, kısaca insanın olduğu her alanda kendisini devindiren bu kavram ikilisi, hayatın inşasında birlikte çalışıyorlar: buna şahsilik-gayrişahsilik metafiziği de denilebilir.
Weil’in felsefesi insan odaklı bir bakış açısıyla şekilleniyor. Ona göre insan, şahsiliğinin içinden kendi çabası ve manevi aşkın yardımıyla çıkarsa gayrişahsi bir dünya kurabilir (bu dönüşüm, kadim okült semboller arasında anılan “yumurta” sembolizmini hatırlatıyor).[12]
Weil, Mutasavvıfları Andırıyor
Kişi ve Kutsal hem içerik hem de yazım üslubu olarak tasavvuf yazınına oldukça benzer. Müellifinin mistik tarafını da hesaba kattığımızda karşımızda manevi bir risale gibi duruyor. Bazı insan içgüdülerinin terkedilmesi ya da ıslahı ve ruhsal makamları hesaba kattığımızda Weil için mutasavvıf demek hiç te yanlış olmaz. Bir züht yolculuğunu andıran Kişi ve Kutsal tasavvuf meraklıları içinde biçilmiş kaftan olabilir. Özellikle hakikat insan ilişkisi ve çıkmazları açısından aforizmatik bir yönü de var. Bir başka tasavvuf benzerliğine değinirsek şunları söyleyebiliriz: Weil dünyevi oluş ve bozuluşların (iyilik ve kötülük savaşımının) kökenini ilahi yasalar ışığında açıklarken, dünyadaki adaletsizliğin (haksızlığın) insan özünde var olan ancak uyandırılması ve geliştirilmesi gereken o hakikat pırıltısının yokluğundan kaynaklandığını dile getiriyor.
Neden Okunmalı?
Kişi ve Kutsal Weil’in külliyatından küçük bir parçayı oluştursa da aslında onun hayatının, kişisel mücadelesinin bir özeti gibi. Empati yeteneği sayesinde her alanda emek için mücadele eden bir mistik Simone Weil. Kişi ve Kutsal ayrıca şöyle bir şeyi farketmemizi sağlıyor: Özellikle tasavvuf metafiziği ile Hristiyan mistisizmi benzerliğini okuyabilmemiz açısından Weil külliyatı kesinlikle okunmalı. Kişi ve Kutsal bir taraftan bize maneviyatın dilinin her ekol ve dinde aynı olduğunun da bir ispatını sunuyor: gerek İslam tasavvufunun gerekse Hristiyan mistisizminin ortak dil ve üsluptan hareket ettiğini görebilmemiz bu eserler cazibesini arttırıyor. Kişi ve Kutsal modern kapitalist dünyanın insan ruhuna direttiği dünyevi hazlardan uzaklaşmak ve biraz olsun hakikat mefhumunun tadına bakmak isteyenler için eşsiz bir örnek.
Can Murat Demir
[1] Burada “Doğa Yasaları” tabirini evrenin, oluş-bozuluşun ve tüm şeylerin(hilkatin) “hareket ettiricisi” olan Yaratıcı Güçten bahsediyoruz.
[2] Costica Bradatan Fikirler için Ölmek Filozofların Tehlikeli Hayatları, 2. Baskı, İstanbul Can Yayınları, 2018.
[3] “Hakikat, güzellik, adalet ve merhamet de her ahval ve şerait altında bir iyiliktir.” S. Weil, Kişi ve Kutsal, 2. Baskı, İstanbul, Ketebe, 2020.
[4] Simone Weil, “Kişi ve Kutsal” İstanbul, 2020
[5] A.g.e., syf.25
[6] A.g.e., syf.45
[7] A.g.e., syf.41
[8] Sofokles tarafından yazılan tragedya. Bireysel özgürlüğe inanan Antigone adlı kahramanın, inançları ile devlet yasalarının çatışması sonucu devlet otoritesine başkaldırışını ele alır.
[9] “Üyelerinden her birinin canını, malını bütün ortak güçle savunup koruyan öyle bir toplum biçimi bulmalı ki, orada her insan hem herkesle birleştiği halde yine kendi buyruğunda kalsın, hem de eskisi kadar özgür olsun. İşte, toplum sözleşmesinin çözüm yolunu bulduğu ana sorun budur.” Jean-Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi
[10] A.g.e., syf.39
[11] Bu anlayışı Hristiyan diye etiketlemek haksızlık olur, Anadolu Tasavvuf literatüründe de bu tarz yazımlara rastlanmaktadır. Özellikle kişinin Ben’in den çıkması hatta o’nun üzerinden egemenlik kurarak nefsini terbiye etmesi anlayışı sadece Anadolu Tasavvufunda değil Yahudi mistisizminde de yer almaktadır.
[12] “Yumurta” ancak içeriden kırılabilir, bu şahsi olarak çabamızın önemini vurgular ve canlılık şahsi çabayla mümkündür, yumurtaya dışsal faktörler etkide bulunduğunda canlılık ortadan kalkar. Bu ezoterik imgelem aslında kozmolojik bir prensiptir.