Felsefe Yapma Nedir[1] sorusunun binlerce yıldır yankılandığı ölüm-yaşam çizgisinde, filozofların bu soruya verdikleri cevaplar, onların, düşünce sistemlerinin ne derecede hayatlarına tatbik edebildikleriyle alakalı olarak şekil alır. “Doğdu, düşündü ve öldü.” Heidegger’in Aristotales’e atfen dile getirdiği bu biyografik-şablon, tüm filozofların hayatlarına uygulanabilir, ancak bazı filozoflar vardır ki onlar, düşüncelerinin bedelini ölüm tehdidine rağmen ödemekten geri adım atmamışlardır. Bu insanlar[2], düşünceleri uğruna geri adım atmayı bırakın aksine inatla ölüme meydan okumuş (şehitlik mertebesine yükselmeyi başarmış), felsefi literatürde –teolojik açıdan değil– kutsallaşmış isimlerdir. Bu isimlerden başında Sokrates, gelir. Sokrates’inki Batı’daki felsefi şehitlik hikâyelerinin ilki, aynı zamanda en iyisidir.[3] Bu alıntıdan da anlaşılacağı üzere Sokrates ilk felsefe şehididir diyebiliriz.
Felsefe Yapmanın Mahiyeti ve Kutsallığı
Filozof nasıl kutsallaştırılır? Bu mümkün müdür? Felsefe yapma edimleri salt bu dünyaya ait şeylerle meşgul olduğundan, bu sorunun cevabı biraz da olsa muammadır. Voltaire, Sokrates’in ölümü hakkında, “Bu şehidin ölümü aslında felsefenin ilahlaştırılmasıdır,”[4] der. Ayrıca “Sokrates’in ölümü, hayatını ölümsüz kılan olaydır.”[5] Voltaire neyden bahsetmektedir? Buradan hareketle, şu sonuca varmamız mümkün: Filozofun kişiliğinde manevi bir cihet vardır, her ne kadar bu kabul edilmek istenmese de filozof, ölümüyle, bu manevi doğumu tüm insanlığa işaret eder ve evrenselleştirir. Kısaca filozofun manevi tarafı demek, onun evrenselliğe ulaşabilmesiyle mümkündür. Tıpkı bir peygamber gibi filozof ta bedeller öder ve bu bedellerin altına ölümü ile imzasını atar. Ölümü bir mühür bir ifşa niteliğindedir.
“Ölüme duyulan gerçek aşk Tanrı’ya duyulan aşkın bir çeşididir. Dolayısıyla ölüm, Tanrı ve mistik evliliğinin nihai evresidir. […] Ölüm ruha, ebedi aşıkla kurulan daimi bir birlik vaat eder. Ölüm ruha birey olan ve var edenle birlik vaat eder.”[6] (Landsberg, 1936: 100-101)
Peki, nedir Sokrates’i önemli ve kutsal kılan? Sokrates, bildiğiniz üzere ardında hiçbir metin bırakmadan (ki bana göre bu metinler dönemin yöneticileri tarafından yok edilmiş ya da yakılmış olabilir) bir ‘şehit filozof’ olarak anılır. Bu son derece makul; zira Sokrates, ölüme doğru giderken dahi fikirlerinden ya da yaşam biçiminden asla taviz vermemiş, geri adım atmamıştır. İşte onun felsefesinin anlamı ve önemi –bedeninden yani yaşamından vazgeçecek kadar– kendini bir düşünceye bağlamasından kaynaklanmaktadır. Peki, nedir bu felsefenin (Sokratik değer yargılarının) meşrebi, Sokrates hangi yönüyle diğer filozoflardan ayrılıp şehitlik mertebesine yükseltilmiştir? Cevabı oldukça basit: Ölümü ehlileştirme –ya da hiçe sayma– isteği. Bu ne demektir? Açalım: Konuyu destekleyen bir diğer soru şu: “Ölümü yabancı olmaktan çıkartalım” derken, Montaigne tam olarak ne demek istiyordu? Denemeler adlı eserinde tamamıyla kendi yaşamının felsefi kodlarını deşifre eden Montaigne: “Felsefe yapmak nasıl ölüneceğini öğrenmektir” der. Bu eşsiz öğretiyi Denemeler’in her yerine özenle serpiştirmiştir. Denemeler kuşkusuz “ölüm” üzerine yazılmış müstakil bir metin değildir, ancak bu eserin hemen hemen her yerinde ünlü düşünürün ölüm hakkında düşüncelerini görebiliriz. Yazarın amacı bellidir; ölümü kucaklamak, onu bir yerde yeniden tanımlamak, onu kabullenmek, onu ehlileştirmek. Montaigne de Sokrates gibi düşünüyordu, felsefesinin kutsallığını bedeninin son nefesinde arıyordu: Yani ‘ölüm’de.
Ölüm, bireysel ve devredilemez bir fenomendir. Rol içermez. Gayri resmi ve gayri toplumsal bir mecradır. Ölüm anı geldiğinde, varlık[7] (düşünen birey) ve ölüm, eşsiz bir samimiyetle mecburi bir karşılaşma içine girer. Aracı yoktur: Bağlamsız ve özgürce işleyen bu metafizik süreç, varlığın mabedi olan bedenin sonudur sadece. Maddi bedenin sonu olan bu anda, birey son bir manevrayla kişisel manifestosunu ilan etme fırsatı bulur, –onu evrensel bir kurtuluş müjdesi haline getirir–. Kısaca ölüm anı şehit filozof için bir fırsattır ve felsefesi için sonsuzluğun kapılarını açar. Sokrat bunun en iyi örneğidir: Döneminin kilise ve toplum değer yargılarına başkaldıran her muhalif gibi Sokrat –da– cezalandırılmış, baldıran içmeye mecbur bırakılmıştır. Ancak filozof hazırlıklıdır zira onun düşüncesi kalem ve kâğıtla değil ölümle sınanmaktadır. Ölümü hiçe sayan bir felsefe/filozof ‘ölümsüzlüğe’ yükseltilir: İşte bu sayede düşünen birey (filozof) biricik hale gelir: “Yani gerçek filozof aslında ölümün çırağıdır.”[8]
Şehit için ölüm, bir başlangıç, hatta filozofun düşüncelerini hayata geçirdiği başka türlü bir yaşam formudur. Şehit olacak için ölüm, yaşamın anlama bürünmesini işaret eder. Sokrates ve diğerleri[9] bu durumun en çarpıcı örneklerini oluşturur.
“Ölüm düşüncesi paradoksaldır, çünkü ölüm bir sınır olduğu için onu böyle bir çerçeve içerisine dosdoğru taşıyamayız. Yine de, karşı karşıya kaldığımız paradoks, çerçeveleme çabalarımızın anlam kazandırdığı, yaşamın o akıcı görünümüne dikkatimizi çeker. Bu şekilde, ölümün kendisini anlamlı görebiliriz, çünkü yaşama değer vermemize katkıda bulunur. Biz yaşayanlar için bu çok daha uyun görünüyor.”[10]
Bu açıdan ölüme yaklaşımımız ve onu kabullenişimiz de kişisel birtakım çabalarla, uygulamalarla vuku bulur. Bu bağlamda filozoflar, birtakım düşünce kalıplarını geliştirerek, bu kavramları ahlaki değer yargılarına dönüştürürler –kendilerini toplumun değer yargılarından azade eder– bir ahlak ve bu ahlaka bağlı kavramlar dünyasını yaratırlar. Bu değerleri oluşturmak bazen filozofun hayatına mal olur. Kutsallaştırılmış bu değerler dizgesi (felsefi argümanlar) o denli önemli hale gelir ki düşünen birey artık ölüme hazırdır. Ölüm, O’nun için sadece bir imza mahiyeti taşır. Ölüm, bile isteye kurgulanmış bir senaryonun hayata geçirilmesi, ifşa edilmesidir. Onurlu bir ölümün yanında üstünkörü yaşanmış özensiz bir insan hayatının ne anlamı olabilir?
“Fikirler İçin Ölmek” Neden Okunmalı?
Fikirler İçin Ölmek, bir ölüm seviciliğini değil ona meydan okumanın zevkini okuyucuya ünlü filozoflardan anekdotlarla sunuyor. Bu anlamda kitap, önemli bir vazifeyi üstlenmiş diyebilirim. Bu kitapla, Ölümü bir korku kaynağı olarak değil, ontolojik bir kurtuluş, yeni bir başlangıç olarak değerlendirmenin ne kadar makul olduğunu tekrar fark ettim. Ölümden herkes korkar bu tabii bir durum, ancak bu korkularımızın ardında hangi içgüdülerin yattığını hiç düşündünüz mü? Bu sorunun birçok cevabı olabilir; ancak bana göre cevaplardan biri şu olmalıdır: Ne hazindir ki çoğumuz ölüme hazır değiliz, onu kucaklayabilmemiz için yaşamımızdan emin olmalıyız, ‘erdemli yaşam’[11] denilen şeyin ne olduğu üzerinde mutabık kalmalıyız. Bu çok uzak bir ihtimal gibi görünüyor; biraz ümitsiz görünebilirim ama felsefe yapma edimi de zaten bu ümitsizliğin izalesi için gerekli değil midir? Felsefe yapma faaliyetlerimizin kökeninde bu ümitsizliği biraz olsun makul seviyeye çekmek değil midir? Fikirler İçin Ölmek, Filozofların Tehlikeli Hayatları alt başlığıyla ölüm fikrinin daha doğrusu ölüm felsefesinin şehit filozoflar tarafındaki yansımalarını çarpıcı şekilde gözler önüne seriyor. Kitap, oldukça eğlenceli: Sıkıcı, anlaşılması güç felsefi metinleri[12] baskın karakterini taşımıyor. Bu açıdan okuyucu yelpazesi oldukça geniş: Bölümler arası geçişlerde kullanılan özerk metinler –intermezzo– okunmasını daha da eğlenceli hale getiriyor. Fikirler İçin Ölmek, ölüm ya da yas kültürünün modern yorumunun değil, Antik dünyadan hareketle, düşünen ve sorgulayan bireyin –ölümü hiçe sayarcasına felsefe yapmasının ne derecede mümkün olduğunun altını çiziyor.
Can Murat Demir
[1] Bu sorunun cevabı her kişiye göre değişir. Her filozof ‘felsefe yapma’ olayını kendi kişisel serüvenine göre değerlendirir.
[2]Bu şehit filozoflardan bazıları: Sokrates, Hypetia, Thomas Moore, Jan Patocka, Simone Weil, Giordano Bruno vd.
[3]Costica Bradatan, Fikirler İçin Ölmek Filozofların Tehlikeli Hayatları, Can Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, Çev. Kübra Oğuz
[4](Age., Syf. 29)
[5] Eco, Umberto, Antik Yunan, syf.407, Alfa Yayınları, İstanbul, syf.419
[6] (Age., Syf. 107)
[7]‘Dasein’ anlamında kullandım. Almanca varoluş anlamına gelen ve Martin Heidegger tarafından Varlık ve Zaman adlı eserinde kullanılan bir terim.
[8] Age.,syf.69
[9]Sokrates hiç yazmamıştır, ardında metin bırakmadan ölüme yürümüştür.
[10] Jeff Malpas, Robert C. Solomon, Ölüm ve Felsefe Ölüm Karanlıktan Önce Çalınan Bir Islık mı?,syf.103, İthaki Yayınları,2. Baskı İstanbul
[11] Burada Sokratik erdemlerden bahsediyorum.
[12] Burada felsefi metinlerin kendine has olan dil ve üslubundan bahsettim. Yoksa ki burada herhangi bir karşılaştırma ya da felsefi metinleri aşağılama amacım yoktur. Özellikle Türkiye’de felsefenin sevilmemesinin altında yatan nedenlerin başında bu yazım şekli –genelde çeviri eseler– gelmektedir.