Nietzsche önermiş olduğu bu seçkinler toplumunun sürekli rekabet ve savaş durumunda, yani toplumun her bakımdan hep gerginlik halinde örgütlenmesi sonucu oluşabileceğini ileri sürmektedir. Buna karşın Rousseau, Nietzsche’nin önerdiği bu “seçkinler-insanlık halini” Toplum Sözleşmesi’nde “kölelik” kavramı ve “en güçlünün hakkı” başlığı altında tartışmaktadır ve bunu “özgürlükten vazgeçmek” hali olarak ele almaktadır. Rousseau’ya göre özgürlükten vazgeçmek, eş deyişle toplumda imtiyazlıların olması durumunda bu insanın insan olma niteliğinden ve insanlık haklarından vazgeçmek olacağını belirtmektedir. Şöyle diyor Rousseau: “Böyle bir vazgeçme insan doğasıyla uyuşmaz ve insanın davranışlarından ahlak düşüncesini yok etmek, insan iradesinden her türlü özgürlüğü almak demektir bu.” Zira bu durum “bir yandan mutlak bir otorite, bir yandan da sınırsız bir itaat koşulu” getirmektedir –ki her bakımdan tutarsız toplumsal bir durum olacaktır bu. Şimdi artık doğrudan Rousseau’ya dönüp, özgürlüğün modern felsefede ne anlama geldiğine doğrudan bakabiliriz. Zira Rousseau özgürlük kavramına dair içeriksel belirlemede modern felsefede hemen her bakımdan en üst uğrağı oluşturmaktadır. Eğer Hegel’i bu konuda Rousseau’dan farklı ve daha ilerde kılan bir şey varsa, o da Hegel’in Descartes ve Hobbes’tan Locke ve Rousseau üzerinden Kant’a varan özgürlük kuramına dair dolayımsal-düşünsel gelişmeyi daha sistematik hale getirip diyalektik kuramı çerçevesinde sentezlemiş olmasıdır.
Rousseau’ya göre birinin başkaları üzerinde efendi olması veya kendisini efendi sayması, kendisini köle olanlardan veya köle sanılanlardan daha sefil duruma sokar. Köle olan özgür olmadığını bilir veya en azından hissettiği gibi, köle sanılan da ötekinin bilinç çarpıklığından kaynaklanan çarpık durumu algılaması gecikmez. Fakat efendi olan veya kendisini efendi sanan hiçbir şekilde özgür olmasa da, kendisini üstün ve özgür sanabilir. Fakat varlığını köle olanın veya köle sanılanının köle (sanılan) olarak varoluşuna bağladığı için aslında sandığından çok daha sefil ve zavallı bir durumda bulunur. Buna karşın köle olanın veya köle sanılanının, farkında olmasa bile, neredeyse her davranışı kendisini içinde bulunduğu özgür olmama durumundan kurtarmaya yönelik olur. Zira onun içinde bulunduğu durum onun içinde bastırıcı basınç ve üstünde baskı oluşturur. Kölenin köle olarak varoluşunun ve köle olarak varoluşunun gücünün bilincine varması onun çoğu kez farkında olmadan verdiği içgüdüsel özgürlük mücadelesini bilinçli ve tüm dünyayı varoluşsal bir şekilde değiştirici pratiğe yöneltir. Bu aynı zamanda onun içindeki ve üstündeki tüm Rousseau’nun neredeyse tüm yazıları ve denemeleri, insanlığın, tarihin ilerlemesiyle hemen her bakımdan zenginleşmesine karşın ilk(el) özgürlüğü neden yitirdiğini açıklamaya yönelik yorulmaz bir çabanın ürünüdür. Buna karşın Toplum Sözleşmesi tarihsel olarak yıkılıp kaybolmak zorunda kalmış olan ilk(el) özgürlüğü tüm tarihsel maddi ve manevi zenginlikleri muhafaza ederek gelişkin yeni bir özgürlüğü kurmak için değiştirici ve dönüştürücü pratiğe somut bir yön vermeyi amaçlamaktadır.
İlk(el) veya doğal özgürlük, yani herkesin herkesten bağımsız olabildiği anlamdaki ilk(el) özgürlük hali ilerleme sonucu çökmüştür. Rousseau’nun İnsanlar Arasında Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri başlıklı denemesinde ileri sürdüğü gibi, sadece insanda olan ve onun gereksinimlerinden kaynaklanan bir “yetkinleşme” yetisi vardır. Bu yetisi aracılığıyla insan, kendi koşullarını sürekli değiştirmiş, geliştirmiş ve iyileştirmiştir. Toplumsallık ancak bunun sonucu kurulabilmiştir. Fakat bununla birlikte ilk ‘masumiyet’ de yok olmuştur, olduğu kadarıyla ilk(el) ahlak da bozulmuştur. Rousseau, bir taraftan bu iyileşmenin, diğer taraftan ilerleme sonucu insanın kendisine yabancılaşmasının, yani hiç kimsenin hiç kimsede kendisini görememe durumunun kaynağını öncelikli olarak mülkiyet ilişkilerinin oluşmasında ve bunların giderek özel mülkiyet kurumlarına dönüşmüş olmasında görür. İnsanlar arasındaki doğrudan ilişki kaybolmuştur. Bunun yerine şeyler ve eşyalar üzerinden kurulan yabancılaşmış ilişkiler geçmiştir.
Rousseau’nun, bugün artık tüm insanlığa mal olmuş olan, özgürlüğe dair bir deyim haline gelmiş olan en ünlü özdeyişi, Toplum Sözleşmesi’nin birinci kitabının ilk bölümünün ilk cümlesidir: “İnsan özgür doğar ve her tarafta zincire vuruludur.”
Rousseau’nun bu belirlemesi birçok tartışmaya konu oldu. Fakat kanımca Rousseau’nun eğitim felsefeci ve sosyolog yanı yeterince ve yeterince doğru bir şekilde dikkate alınmadığı için, her ne kadar deyimin hayran bırakıcı etkisi insanı hemen büyülese de kanımca içerik bakımından yeterince açıklık kazanmış değildir. Önce deyimin ilk kısmını alalım. Rousseau “[i]nsan özgür doğar” diyor. Bu yukarıda Hobbes’tan aktardığım belirlemeye çok benziyor. Fakat modern filozoflar insan doğuştan özgür doğar deyişiyle neyi kastederler. Özgürlük basit bir şekilde belirlemesi belki de en iyi bir şekilde Spinoza’ya dönülerek açıklanabilir. Spinoza, İnsan Anlağının İyileştirilmesi Üzerine Deneme’de insanı onun tüm yetilerinin bütünlüğü olarak betimler ve insan tüm yetilerini geliştirebildiği oranda da mutlu olabilir. İnsan kendisini şimdiye kadar doğaüstü bir varlık olarak kavramış ve bu şekilde en yüce “erek” olarak kavradığı ideal insan, doğasını ‘mükemmelleştirmek’ için gerekli araçları edinmeye çalışmıştır. Fakat bu, insanın hem doğaya hem de kendisine yabancılaşmasına götürmüştür. Oysa insanın doğaya ve kendisine dönmesi gerekmektedir. Bu nedenle en yüce erek veya iyi, “tini tüm doğayla bağıntılı kılan birliğin bilgisinin edinilmesidir.” Böylece ahlak felsefesinin ve eğitim öğretisinin de yardımıyla “insanın anlama yetisi iyileştirilebilir” ve ‘insanın mümkün en yüce mükemmelliği hedeflenebilir.’ Rousseau, ‘insan özgür doğar’ derken, bununla daha çok Spinoza’nın burada işaret ettiği, insanda doğuştan potansiyel olanı kastetmektedir. Bu nedenle Rousseau özgürlüğü daha çok, örneğin Hobbes ve Locke’da olduğu gibi eyleme gücü ve hareket serbestîsi anlamında almaktadır. Henüz doğmuş olan bir insan tüm yetilerine potansiyel olarak sahiptir ve içine doğmuş olduğu toplum ona ne kadar çok hareket özgürlüğü tanırsa, o insan yetilerini o oranda geliştirebilir ve gerçekleştirebilir.
Toplumda oluşan efendi-köle ilişkilerinin ve güçlü olanın hakkı iddiasının kaynağı da mülkiyetin dağılımından kaynaklanan toplumsal eşitsizlik ilişkileridir. Rousseau, Toplum Sözleşmesi’nde “herkesin iradesi” birbiriyle ve herkesin iradesi “genelin iradesi” ile uyumlu hale getirilebilmesi gerektiğini ileri sürer. Bu önermiş olduğu özgürlük durumunu, eserin hemen başında betimlemiş olduğu “en güçlünün hakkının” hüküm sürdüğü kölelik durumunun karşısına koyar. Rousseau’ya göre güçlülük, hak ve dolayısıyla ahlak kurumlarının tesis edilmesine kaynaklık edemez. Rousseau’yu çok iyi ve dikkatli bir şekilde okumuş olan Nietzsche, ilkesel olarak aynı anlama gelen üst veya üstün insan anlayışını ahlakın, yani iyinin ve kötünün ötesinde kurgular. Nasıl ki, Heidegger, Nazizm öğretisinin felsefi olarak ve ahlaki değerler çerçevesinde temellendirilemeyeceğini biliyorduysa, Nietzsche de üst veya üstün insan anlayışının, varlık nedeni özgürlük ve mutluluk olan ahlaki değerler çerçevesinde temellendirilemeyeceğini çok iyi biliyordu.
Rousseau, Toplum Sözleşmesi’nin birinci kitabının üçüncü bölümünde “güç hak yaratmaz” diyor. Köleliği konu alan dördüncü bölümün hemen girişinde ise “[m]adem hiçbir insanın başka bir insan üstünde doğal bir otoritesi yoktur ve madem güç hak yaratmaz, öyleyse insanlar arasındaki her tür meşru otoritenin temeli sadece anlaşmalardır” diye devam ediyor. Burada anlaşma ile kastedilen toplumun tüm bireylerinin rızasına dayanan gönüllülük ilkesine dayandırılmasıdır. O halde, güçlünün ne bir hak, ne bir hukuk, ne de bir ahlaklılık olabilir. İnsanın özgürlüğü ancak güçlünün hakkına karşı tüm efendi-köle ilişkilerinin ortadan kaldırılmasıyla tesis edilebilir. Bu, Hegel’in Tinin Fenomenolojisi’nde örneğin efendi-köle diyalektiği bağlamında veya Hukuk Felsefesi’nde özellikle toplumsal varlığın anlamını özgürlük olarak tanımladığı bağlamda gösterdiği gibi aynı zamanda ahlaklılığın kuruluşunun da bir ön koşuludur. Görüldüğü gibi Hegel’e kadar uzanan modern felsefe geleneği, Nietzsche gibi ahlaklılığı yıkmak değil, tam tersine ahlaklılığı tesis etmek istemektedir.
Peki, Rousseau’ya göre özgürlüğün çok daha üstün bir aşamada yeniden kurulduğu ve dolayısıyla ahlaklılığı bir bütün olarak nihayet tesis edilebildiği toplumsal durumun ilişkisel çerçevesi nedir? Öyleyse soralım: Rousseau’nun önermiş olduğu toplum sözleşmesinin temeli, çıkış noktası ve çerçevesi özgürlük ise, bu sorunu somut olarak ve ikna edici bir şekilde çözüyor mu? Yakından bakalım. Rousseau, Toplum Sözleşmesi’nin çözmek istediği sorunu bizzat kendisi şöyle tanımlıyor:
“‘Her bireyin malını ve canını tüm ortak gücüyle savunan öyle bir toplum öyle bir toplum biçiminin bulunması gerekir ki, bu toplumda her birey hem herkesle bir olduğu halde sadece kendisine itaat etsin ve eskisi kadar da özgür olsun.’”
Burada tanımladığı sorunu Rousseau, geliştirmiş olduğu “genel irade” kuramı çerçevesinde çözer. Önermiş olduğu toplum sözleşmesinin yasa koyucu ilkesini şöyle tanımlar:
“Her birimiz bütün varlığımızı ve bütün gücümüzü birleştirerek genel iradenin kesin buyruğuna veririz ve her bireyi bütünün bölünmez bir parçası kabul ederiz.”
Rousseau’nun burada “bütün gücümüzü birleştirerek genel iradenin kesin buyruğuna veririz” sözleri geçmişte çok otoriter bulunmuştur. Fakat yakından bakınca Rousseau, burada otoriter olmak şöyle dursun, tam tersine aslında burada her bir bireyin özgürlüğünün ve mutluluğunun gerçekleşmesini genel iradeye bir yükümlülük olarak yüklenmektedir. Burada Rousseau’nun dillendirdiği ilkeyi şöyle de tanımlayabiliriz: Hepimiz her birimiz için; her birimiz herkes için.
Prof. Dr. Doğan Göçmen