Ne sağlam bir pabuç kalır yarına,
Ne de kokuşmamış bir çorap
Taşıyorsa eğer koca bir insanın yükünü.
Ağzımdan dökülen ilk cümlemin mısraları oldukça şaşkınlık yarattı Jerzy’de. Kayalıkları yer yer delerek arasından sızan bir kaç ağacın altında, deniz kenarındaydık. Tanrının beni neden yarattığını sorgulamalarım Jerzy’nin yüzünde beliren gülümsemeyle tarih oldu.
“Mısralar tıkanıklıkları açar. Tıpkı denizle buluşmak isteyen bir çay gibi. Aşamadığı kayalıkların etrafını dolanır, aşabilirse birikir ama yine de akar. Akmalı da.” dedi.
O anda ağacın dalına rengarenk bir kuş kondu. Jerzy’i bilirsiniz, kuş sesleri çıkartmakta ustadır. Konuştular sanki. Daha sonra Jerzy cebinden kuru bir ekmek parçası çıkarttı. Avucunda ufaladı. Daha sonra denize doğru savurdu parçaları. Bir kaç dakika içerisinde kuş birden ağacın üzerinden yükseldi ve dalışa geçti denize doğru. Ağzında küçük bir balıkla çıkıverdi bir anda. Tekrar eski yerine kondu ve balığı yemeğe başlamıştı ki Jerzy konuşmaya devam etti.
“Bu kuşun adı yalı çapkınıdır”
“Jerzy’den kendime ait bir cümlemin olmasını istedim, bana mısraları öğretti.”
“Bu kuşun adı yalı çapkınıdır. Bu kuşu ilk defa görüyorum ormanda. Yalıçapkınları öyle yeteneklidirler ki; insanla mukayese edecek olursak, bir anda 25 metre derinliğe daldığını ve büyük bir orkinosla çıktığını düşünebilirsin. Bunların hepsini üç saniye içerisinde yapabildiğini hayal et. Denize dalarken uçak gibidir; çıkarken ise kanatlarıyla usta bir kürekçi olur. Ayrıca yalıçapkınları suyun üzerindeki ışığın kırılmasından kaynaklı yalan görüntü oluşumunu da hesaplarlar. Şimdi eve git ve hazırlan Zaim. Akşam Barkın’larda buluşacağız. Güneş batımında orada ol.”
Jerzy’i daha önce sadece bir kaç kere ormandan ayrılırken görmüştüm. O zaman da ancak araştırması gereken bir düşünce ya da teorem olur, gider Savaş’ların kampına. Savaş laptobunu ve masasını hazırlar, o kadar. Barkın’lara gitme fikri beni çok şaşırtmıştı. Heyecanlandım da. Barkın’ın güzel bir meyhanesi vardır sahilde. Meyhanesinde yaptığı mezeler için Jerzy’den dağ kekiği, sirke ve zeytinyağı ister. Arada bir gelir ormana, Jerzy’den emanetlerini alır, biraz muhabbet ederler ve Barkın ayrılır. İşin garip tarafı muhabbetlerine de hiç denk gelmemiştim daha önce. Kafamdaki bu sorularla ormandan ayrıldım, eve geldim, duş aldım ve hazırlanmaya başladım. Güneş de batmaya başlamıştı. Gecenin heyecanıyla hazırlanırken üzerime güzel bir gömlek giymek istedim sadece. Gerisini de koyverdim zaten.
Barkın’a vardığımda iskelede bir masanın hazır olduğunu gördüm. Yanıma geldi ve beni o masaya doğru yönlendirirken halimi, hatırımı sordu. Tam masayı hazırlaması gerektiğini nereden öğrendiğini soracaktım ki; Jerzy geldi. Oturduk ve rakı bardakları bir daha boşalmadı. Kendisinin cep telefonu kullanmadığı halde Barkın’ın nasıl haber aldığını soracaktım ki bana “Lütfen saçma sorularla başlamayalım olur mu” dedi. Bir kaç dakika bekledi ve yüzüme baktı. Yüzümün kızardığını belli etmek istemedim. Daha sonra konuşmaya başladı.
“Alınganlık yapıyorsun. Seni üzmek istediğim için terslemedim. Sadece alınganlık yaptığını fark etmen gerekiyordu. Çünkü hayatının en büyük eleştirisini kendinden yemediğin sürece alınganlık yapmaya devam edeceksin. Bu da bütün insanlarda var olan kaosu, sende de doğuracak. Söz konusu olan kendini eleştirmekse; kılıçtan keskin, saç telinden de ince ol. İşte insanın sırat köprüsü budur.”
İnsanlara saçma sorular sorup sormadığım hakkında kendimi hiç eleştirmemiştim. Halbuki ne kadar da önemliymiş. Yüzümün kızaracağına, “soracağım sorular benim için saçma değil” deseydim belki de o anda benden sonra Barkın’ın ormana emanetlerini almak için gittiğini öğrenmiş olacaktım.
Jerzy’nin gözü bir anda mezelerin sergilendiği dolabın hemen yanındaki mavili beyazlı kapıya ilişti. Masada otururken o kapıya dönüktü, ben ise güneşin deniz üzerinden batışını izliyordum. “Şimdi gelelim asıl mevzuya. Bu günkü ağzından dökülen mısralara..” Dedikten hemen sonra; Barkın yanında bir arkadaşla masamızın yanında belirdi. Sarışın, uzun saçlı, saçlarını bir tokayla ensesinden sarkıtmış, kalın çerçeve gözlüklü ve orta boylu bir gençti arkadaşı. İsminin Uğur olduğunu öğrendik. Barkın, bizim buralara yeni taşındığından bahsetti. Dükkana ikinci gelişiymiş. İlkinde beraber muhabbet etmişler ve Jerzy’den konu açılmış. Hem kendisi tanışmak istemiş, hem de Barkın tanıştırmak istiyormuş. Jerzy’de üçüncü bir sandalye çekilmesini istedi. Küçük masamızın ormana bakan kısmına oturttu. Kendisi yazılımcıymış. Biraz konuştuktan sonra Jerzy’e olan hayranlığı gözlerinden okunmaya başlamıştım. Sanki yıllardır tanışıyormuşcasına ortak noktalar buldular. Kimi zaman teoremler, kimi zaman ise kodlama dillerinden bahsettiler. Zamandan girdiler, hiçlikten çıktılar. Uğur bir derya denizdi. Ağzım açık, yakalamaya çalıştıkça hayal dünyamın yanılsamalarına düşüp duruyordum. Bu da benim defalarca muhabbetten kopmama yol açıyordu. Sonra Jerzy şöyle dedi:
“Benim seni arkadaş olarak kabul etmem için tek bir şartım var. Benimle bütün bu deneyimlerinin kaynağı olarak gördüğün nedeni anlatmayacak, gözlerimizin önünde yaşayacaksın.” İşte o anda Uğur’un hiç tereddüt etmeden gözlerimin önünde anılarını tekrar yaşadığına şahit oldum. Arasıcaklar geldi, sanki düşünmesi için zaman verilmişcesine bir kaç dakikalığına masa tazelendi ve çalışanlar ayrıldığı anda anlatmaya başladı.
“Biliyor musun? Bu garip dünyada bütün duygularım erozyona uğrarken, yıkıntılar arasında dimdik duran yapılar, kodunu kendim yazdığım bilgisayar programları oluyor. Bu garip dünyada derken beni şaşırtmasından bahsetmiyorum. Garip yani; kimsesiz, gariban, acınası anlamında. Benim hikayem Harvard’dan atılan ve sonradan dünyanın en zengini olmuş insanların hikayesinin yanından geçmez. Beni kimse anlamadığı için bilgisayarlarla konuşmaya başladım diyemeyecek kadar şanslı bir insanım.
Canım sıkıldığında, o en çok darlandığım anlarda, diplomalarımdaki imzaları seyredebiliyorum. Bu belki o nerd’lerin banka hesapları kadar hareketli olmuyor ama biliyorum ki benim daha güzel bir hikayem var. Ne zaman fonksiyonların, methodların, değişkenlerin renkli dünyasında kaybolsam bir anı canlanıyor gözlerimin önünde.
Üniversitenin yeni başlayan dönemlerinde bir genç kız beliriyor. Hani derler ya “Oğlum üniversitede kızlar teklif ediyormuş” diye. Öyle başlamıştı hikayemiz. Kırmızı ışıl ışıl bir Marlboro paketi mi parlıyordu üzerinde o şimdiki iğrenç resimler olmadığı için, yoksa uzun uzun ve derin düşünceli halim mi cezbetmişti bilmiyorum. “Sigarandan alabilir miyim” dedi. Kendisini bir gülücükle tanıttı ve gitti.
Sanki ben yokmuşum gibi
Sonraki başka bir anımızda ise sahne değişti ve amfinin orta sıralarında kapıya yakın oturmuş, samimiyetimiz ilerlemişti. Yan yanaydık. Bizim denklemimizin değişkenlerini düşünürken gözlerim takılı kaldı. Sanmıyorum kendisinin de dersi dinlediğini. Masasının üzerinde onlarca renkli kalem… Birisini açıyor, birkaç bir şey yazıyor ve kapatıyor. Sonra diğerini alıyor, açıyor ve bir şeylerin altını çiziyor. Onu kapatıyor ve tekrar başka bir güzel renk. Sanki ben yokmuşum gibi izledim. Sanki ben yokmuşum gibi.. Hala da öyle… Gitmiyor aklımdan, sanki ben yokmuşum gibi izliyorum senelerdir. Burada bittiğini düşünmeyin anlatacaklarımın. Her şey yeni başlıyor. Sadece giriş yaptım. Şimdi tıpkı onun yazdığı gibi yazıyorum kodları. Bir renk bir fonksiyonun, başka bir renk ise başka bir metodun. Açıyor, kapatıyorum. Para kazanıyor, rahatça yaşamımı sürdürebiliyorum. Ne güzel yazmıştır o da kim bilir…”
Uğur uzaklara dalmıştı ki Barkın elinde balıkla masaya geldi. Özür diledi böldüğü için. Sıcakların servisleri yapıldı. Konu kapandı. Uğur da bizden biriydi artık. Sarılmamak için kendimi zor tutuyordum. Sonra dedim ki kendi kendime: “Zaim neden çekiniyorsun en fazla sarılmak istemez, özür dilersin. Alınganlık yapma.”
Ayağa kalktım, onun adına üzgündüm bahsi geçen kadın yanında olmadığı için. Sarılırken yükünü paylaşabileceğimi söyledim. Aynı zamanda da aramıza katıldığı için hissettiğim mutluluğu paylaştım.
K. Jerzy