Bir yaşam felsefesi örneği.
Ruhun çöllerine ayak basarken et halini almış düşüncelerle, etsel sözcüklerle, bedensel tinlerle ilişkimi dillendireceğim; hem arı düşünceden hem arı etten söz edeceğim. Düşünceyle etin yer değiştirdiklerini; etin düşünceleştiğini ve düşüncenin de etleştiğini; sonuç olarak, etin, yerini hayalete bıraktığını göstereceğim. Yaşamsal ile kuramsalı bir nefeste sunacağım.
Derrida: “Stirner’le birlikte şöyle bağırabiliriz pekâlâ: ‘Evet, tüm dünyada hayaletler kol geziyor!’”
Düşünsel savurganlığa duyduğum psikolojik şehvet, beni cisimleşmiş düşüncelerin mağaralarını deşmeye yönlendiriyor. Tinsel hortlakların kol geldiği uçsuz bucaksız mağaralar. Deşmek, ışık sızmasına yol açar. Düşünceyi etin sarhoş ediciliğinde tatmak Hiç’in keyfi esrimesidir. Öfkesiz ama şiddetli, kinsiz ama acımasız, empati değil, doğrudan Öteki-oluş. Kendi’nin vazgeçilmez egoist hazzıdır bu.
Bu kent üzerine yazılacaksa, içine dalmalı bin yıllık kirli dalgaların. “İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı” gibi aseksüel mısralar, kültürel iğdişlik yaşamış erkeklerin işlev görmeyen penislerini çağrıştırıyor –sadece. Donuk ruhlu kilisenin mum romantizmine bile ulaşamayan bu şiirin erkek hayranlarının büyük çoğunluğu zaten ömürlerinde ancak bir kez vajinayla yüzleşebilmişlerdir: Annelerinden varoluşa fırlatılırken! Heideggerci bir gözlemlemeyle: Muhafazakâr bir doğuş. Bu, dünyaya geliş değildir; çemberi tel örgülerle örülmüş bir etiğe indirgeniştir.
Gireceksen bir batağa, kıvrak vajinaların büyüsüne bırakacaksın kendini, çekmeli seni o güç daha derine, en derine çekmeli ki, batağın da bir büyüsü olsun. Yoksa çekilmez bir illetle baş başa kalırsın, Varlık illetine benzer lekeler belirir bedenin özel yerlerinde kıvrımlardan kayarken ve uçurumun tadını tam almak üzereyken boynun kırılır daha dibe düşmeden. Oysa bir oryantal ilkedir: Dipsiz kuyuya baş aşağı bırakılmak.
Stirner: “Bir şeyin dibine inmeye çalıştıkça, göründüğünden farklı bir şey olduğu ortaya çıkar.” Örnek: Görünürde olanın ardında görünürde olmayanı, gerçeğin ardında gerçek olmayanı aramak ve somut bedeni hayalete dönüştürmek, hayaleti de somut bedene: Tini bedenleştirmek. Bu, binlerce yıldır böyle devam ediyor. Diyebiliriz ki: İnsanın soykütüğü hayaletlerin soy kütüğüdür.
Tanrı inancını çocuğunu tokatlamakla kutsayan bir topluma tanık olmanın dinsel şehvetini analizlerken, özlemi boğulmuş limanlara akın eden sürünün asla sevgi tatmadığını sıradan kahkahalarımın eşliğinde algılıyorum. Güvertede bana eşlik eden dişil arkadaşımın kilt tarzı kırmızı-siyaz çizgili eteğinin altından güneşe sunulan bacaklarına dayanamayan ve penisini uyandırmaya çalışan bir genç erkeğin bakışları beni güçlü kahkahalara sürüklerken, aniden yerimden fırlayıp, genci kucağıma oturttuğumu fark ediyorum ve “şimdi devam et penisinle oynamaya, üçlü çok daha sexy” diyorum gülüşlerimin sarhoşluğunda. Kierkegaard’ın bir olay karşısında kişinin yaşadığı ile kendisi arasına koyduğu terapik mizahı aklıma geliyor. Daha fazla gülüyorum. Travmatik bir şaşkınlığa kapılan delikanlı “abi yapma” diye yakarışta bulununca “taciz ettiğin kız nasıl ki ablan değilse, ben de abin değilim” diyor ve boşalacağımı müjdeliyorum kemerimin darbelerini duyumsatarak. Bu sahneyle cinsel hüsranı üst-benin karmaşasından su yüzüne çıkmasını sağlıyorum ve bu sahnenin gerçeküstü tadında bir gerçekçi güzellik olduğunu vurguladıktan sonra kuramsal boyuta geçiyorum tekrar.
Başka bir boyut yok aslında, tüm boyutlar aynı kökenin uzantılarıdır. Bir olaya çeşitli perspektiflerden bakmak gibi. Kuramsallığım yaşamsallığımdan beslenir ve yaşamsallığım da kuramsallığımdan. Stirner’in hortlaklar ülkesi diye sözünü ettiği tinsel dogmatizm kuramı bu coğrafyada eksiksiz bir realitedir. Hortlakların ve cinlerin tam ortasında olduğumun farkına varınca, Stirner’i de yanımda bana eşlik eden bir cin olarak görmeye başlıyorum. Herkesin bir ve birden fazla cin kovaladığını ve yine herkesin bir ve birden fazla cin tarafından kovalandığını birebir görüyor ve hatta dokunuyorum her bir cine. Cisimleşen düşüncenin yanısıra, bazı düşüncelerin özne dediğimiz kişilerden daha da özneleştiklerine tanık oluşum, kişilerin birbirlerini öldürmelerini normal görmemi sağlıyor; öldürülen, kişi değil; ete-kemiğe dönüşmüş düşüncedir. İnsanlar, kendilerini ve birbirlerini birer düşünce olarak algılıyor ve birer düşünce olarak da öldürüyor. Öldürme ediminin bu kadar sıradanlaştığı bir ortamda “bu ülkede insan yaşamının değeri kalmamıştır” tümcesi, bu ülkenin insanlardan oluşmadığını, düşüncelerden oluştuğunu analizliyor sadece. Hayaletin bedenleşmesi. Stirner’in kuramlarının bu denli gerçekleşmiş olmasını görmek nihilist bir haz.
Sadist-mazoşist bir ilişkide karşılıklı yapay bir sorumluluk mevcuttur; buradaki sorumluluk sevgi kayıbının getirdiği boşluğu doldurmaya çalışan sonsuz bir boşunalıktır; asla doyum sağlamayan sonsuz bir tekrardır. Oysa sevgi besleyen bir karakter, aynı zamanda özgürleştiren bir sorumluluk yaşatır; Sartre’ın felsefi bağlamda anlatmak istediği sorumluluk da budur. Sevgi hem özgürleştirir hem de Ben’i Sen’le kaynaştırır. Sevgiyi yaratan sevgi nesnesi değildir, sevmeye özgü olan bir’leşme karakteridir. Anne-çocuk, Ben-Öteki. Kendini sevmek bu ilişkinin bir doğal sonucuyken, sadist-mazoşist ilişki kendini tanrılaştırmak, kendine müptelâ olmaktır; tam anlamıyla narsisist bir karakter içeriyor. Etin hayalete dönüşme sürecinde bu türden bir ilişki toplumu değiştiren baş faktördür.
İstanbul hüsranlar kentidir: Cinsel hüsran, psikolojik hüsran, pedagojik hüsran, düşünsel hüsran, etiksel hüsran ve bedensel hüsran. Hepsini estetik hüsranda toparlayabiliriz. Goethe’nin dramları komedya olarak okunabilir, Shakespeare’in komedyaları dram olarak okunabilir; anlık psikolojik durum belirleyicidir. İstanbul hüsranında böyle bir kategori yapmak olası değil, neyin komedya ve neyin dram olduğu kesinlikle bilinmemektedir. Olayın başlangıcı, prosedürü ve sonucu bütün kuramsal kriterleri aşar. Yalnızca olayda belirlenir figürlerin rolleri, hiçbir şey planlanamaz öncesinde; sokağa çıktıysanız sokağın bilinmez gücü belirleyecektir yazgınızı. Bana öyle geliyor ki, komedi ve dram dışında başka bir kategori aramak gerekiyor. Örneğin: Düşünce, insanın yerini aldığına göre, varolanın temel dönüşümü söz konusudur. Kafka’nın “Dönüşüm”ündeki Gregor, insanken de ve hayvanken de aynı kişidir; aynı karakterdir, aynı kişi bilincine sahiptir. Oysa benim sözünü ettiğim dönüşüm, tam yetkin bir dönüşümdür, öyle ki, dönüşen, bilincini kaybetmiştir, başka bir karaktere, başka bir kişiye dönüşmüştür, beden olarak aynı olsa da. Kafka’da değişen bedendir, burada değişen kişiliktir: Düşüncenin gerçekleşmesi arı insanı öldürmüştür. Tam olarak: Tamamlanmış bir Cinler Saltanatı.
Hoş geldiniz cinler âlemine! Ve hoş geldin hortlaklar diyârına, Sevgili Stirner. Bundan böyle sadece büyük annenin cin gördüğünü iddia edemezsin artık. Sen de bir cinsin, hem de âlâsından. Rengârenk giysilere bürünmüş düşünceler bir an önce gerçekleşmek için can atıyor, can veriyor ve can alıyor. Birbirlerinin kanını içen bu kutsal hayaletlere eşlik ederken, şarabın yasaklanması anlaşılır geliyor artık. Cinler, şarap yerine kan içerler. Ve Derrida’nın bir deyimiyle “hayaletlerin çektiği bu halayda” her biri birer sanrı gibi etrafımda uçuşup duruyor, ağızlarından salyalar akıtarak. Kendi bedenlerine besledikleri nefretten dolayı, kafalarında yarattıkları hortlakları kutsadıktan sonra, kendi bedenlerini onlara konak olarak sundular. Cin çarpılması buna denir. Etten yapılma cin. Kafadaki fantasma reel bir bedene sahip hayaleti doğurdu. Bu, Kendi’nin önce altüst edilmesi, sonra da yok edilmesi demektir. Evet, insanın kendisine karşı en büyük zaferi budur. Stirner: “Hayalet, bedenin kılığına girmiştir; insan tüyler ürpertici bir hayalettir artık.”
Tini hayaletle eşit tutarak Hegel’in tinsel dünyasının Hıristiyanlıkla örtüştüğünü betimleyen Stirner, tin-beden ikilisinin bütün tinsel öğretilerin zemini olduğuna da vurgu yapar. Tanrı’nın oğlu İsa, zaten etten yapılma bir hayalet değil midir? Tinsel dünya, irrasyonel üst-benin ete dönüştürmeye çalıştığı hayaletler dünyası değil midir? Marx’ın komünizmi etleştirilmeye çalışılan bir ideolojik hayalet değil midir? Marx’ın komünizme dair ironik bir vurguyla seslendirdiği “Avrupa’da bir hayalet kol geziyor” tümcesi, Stirner’in Marx’ta öngördüğü ve; Marx’ın Stirner’i okuduktan sonra kendinde gördüğü hayaletin felsefi-siyasal yansımasıdır.
Bu hayalet, bedenleşme prosedürünü başlatıp ama tatamlayamadan yerini eski bir hayalete bıraktı: Din hayaletine. Komünizm de birçok izm gibi ancak tinsel bir hayalet olarak kol gezmeye devam etmektedir. Türkiye’de hayalet, bedene yerleştikten sonra kendi saltanatını eksiksiz kurabilmiştir. Hayaletin son tümcesi: “Bu ülkede insan yaşamının değeri kalmamıştır.” Bunun açılımı: Hayalet ete-kemiğe büründü. Dolayısıyla: Hiç kimsenin İsa’nın etini ekmek parçacıkları olarak yemesine ve kanını da şarap olarak içmesine gerek kalmadı. Hayalet kendi etini yedi ve kendi kanını içti.
H. İbrahim Türkdoğan