California’da yaşayan ve çalışan Dr. Irvin Yalom basına çok seyrek mülakat veren bir yazar. Yalom, sıcak bir Haziran sabahı, BBC Türkçe Yayın Bölümü’nden Ayça Abakan’la, Hyde Park karşısındaki otelinde, edebiyat, terapi, insan kaygıları üstüne söyleşti.
Abakan: Size ilk sorum, yazı üstüne… Yazı yazmak niçin sizin için hep çok önemli oldu?
Irvin Yalom : Ergenlik yıllarımda yoğun şekilde roman ve hikaye okurdum. Hayatımın çoğu bölümünde, ya başlangıç, ya orta ya da bitirme aşamalarında olduğum bir edebiyat ürünü vardı elimde. Sanıyorum ki yaşamımın daha ilk dönemlerinde bir insanın hayatta yapabileceği en iyi şeyin yazmak olduğuna karar vermiştim. Ve yazmak, hep, yaşamımın en büyük amaçlarından biri olageldi. Kendi alanım olan psikiatri dalında mesleki yazılar, meslekî kitaplar yazarak başladım çalışmalarıma. Bu çalışmalar, yalnızca meslekî anlamda değil, yazı anlamında da başarılı oldu. Okurlar, anlattıklarımda bir öykü buluyordu. Aralardaki kuru teorilere katlanıyorladı, zira hemen bir sonraki sayfada, bir öykü bekliyordu onları. Dolayısıyla ben kendimi, hem bir psikiyatrist, hem de bir öykücü olarak görüyorum.
A.A: Ve mesleğinizde de her zaman kuru, katı, öğretileri dayatan bir uzman olmaktansa, esnek, okuruna, hastasına ve tabii öğrencisine, ‘kapıları açık’ bir psikiyatrist/öğretici ve yazar oldunuz. Bu neden kaynaklanıyor?
I.Y: Dümdüz, ortodoks bir bakış açısının, tüm güdülerimizi ve arzularımızı kapsayacak kadar karmaşık olduğu görüşünde olmadım hiç. Ben eğitimimi Johns Hopkins Üniversitesinde Freudcu bir psikanalistle yapmıştım. Ve, ‘o anda orada olma’ kavramının bu eğitimde dışlandığını düşünüyordum. Va yavaş yavaş felsefenin biriktiregeldiği bilgeliğe ağırlık vermeye başladım. Nihayet, filozoflar, bizim karşılaştığımız sorunlar hakkında 2000 yıldır akıl yoruyorlar. Felfefî anlayış, felsefî bakış, bana çok şey öğretti.
A.A: Çocukluğunuza dönelim şimdi. Bir Rus göçmen ailesinin çocuğu olarak Washington’da dünyaya gelmiş olmak, azınlık toplumu içinde yetişmek, nasıl bir kimlik verdi size?
I.Y: Anne babamın Yahudi kimlikleri benim üzerimde etkili oldu. Ayrıca başkent Washington’daki yaşantım da sıradışıydı. İnsanlar pek farkında değil ama, aslında Washington, Amerika Birleşik Devletleri’nin güney bölgesinde kalan bir kent. Ve güney de, siyahlarla beyazlar arasında bölünmüş bir bölgeydi. Ben de bunu yaşadım. Babamla annemin, siyahların yaşadığı mahallede ufak bir dükkanları vardı. Başka bir beyaz aile yoktu ve tamamiyle siyahların kültürüyle çevrelenmiş olarak yetiştim. Kimliğim farklıydı. Böyle bir mahallede yaşıyor olmanın korkusu vardı. Ve belki de bu yüzden çok erken yaşta kitapların dünyasına sığındım.
A.A: Peki bu sığınma duygusu zamanla değişti mi? Hala edebiyatı, bir sığınak olarak görüyor musunuz?
I.Y: Evet, hem de fazlasıyla. Bir aydır Avrupa’dayız, hangi kitapları alacağıma karar verme çabasıyla geçti bu süre. Bu benim için çok önemli zira o geziden ne derece zevk alacağımı belirliyor seçeceğim kitaplar. Burada şimdiye kadar gördüğüm kitaplar Amerika’dakilerden bir hayli farklı. İngilizler, Amerikalılardan daha ince bir kitap zevkine sahip görünüyor.
A.A: Sizi en çok hangi yazarlar etkiledi?
I.Y: Büyük, felsefi yazarlar… Tolstoy, Dostoyevski, Sartre, Camus, Kafka, Cervantes beni en çok ilgilendiren yazarlar oldu. Günümüzdeyse, bütün kitaplarını okuduğum Kundera’yı çok beğeniyorum. Paul Auster da çok iyi bir yazar. İçinde felsefî unsur olan kitapları bulmaya çalışıyorum. Trendeki hanımı kimin öldürdüğü üstüne yazılmış bir kitaptansa, daha derin soruları irdeliyen kitapları yeğliyorum. Gerilim romanları beni hiç ilgilendirmiyor. Bazen bilim kurgu türünü seviyorum zira bilim kurgu insanlığın geleceği üstüne, bin yıl sonra nerede olacağımız konusunda düşünceler geliştirmek için bir zemin oluşturabiliyor.
A.A: Yeniden sizin yazarlığınıza dönsek… Nasıl yazıyorsunuz? Kim, ne yapınca bir esin kaynağı oluşturabiliyor kitaplarınız için? Hastalarınızla buluştuktan sonra notlar alır mısınız örneğin? Yoksa, bir kıvılcımla yazabilenlerden misiniz?
I.Y: Hastalarımla görüştükten sonra notlar alırım. Ve bunu, diğer birçok terapiste kıyasla, daha büyük bir titizlikle yapıyorum. Bu notları yazabilmek için de, hasta randevuları arasında daha uzun zaman aralık bırakırım. Ve bunları dosyalarda saklarım. Bunlar hastanın kişisel dosyasında durur ama, arada bir de, bu konuşmalardan çıkan bir düşünceyi, “kitap notları” adlı dosyama işlerim. İşte bu notlar arasında bir öykünün ilk tohumları yatıyor olabilir. Yayımlanan son kitabım “Gift Of Therapy”, esas olarak, uzun yıllar boyunca derlenmiş olan bu notlarımdan yaptığım derlemedir.
A.A: “Bağışlanan Terapi” adıyla Türkçeye çevrilen bu kitabınızdan başka, “Aşkın Celladı”, “Divan”, “Annem ve Hayatın Anlamı”, “Nietzsche Ağladığında” gibi diğer kitaplarınız da Türkçeye, çok kısa süre içinde çevrildi. Büyük satışlar yaptı. Niye Türkiye’de bunca sevilir bir yazar olduğunuzu anlayabiliyor musunuz?
I.Y: Biliyor musunuz, bunun nedeni açıklayamıyorum. Kitaplarım bazı ülkelerde olağanüstü beğeni topladı. Yunanistan, Türkiye ve İsrail, kitaplarımın çok iyi sattğı üç ülke. Ama en çok Almanya’da çok beğeni toplandı kitaplarım, özellikle de “Nietzsche Ağladığında” adlı romanım… Bu kitap Almanya’da uzun yıllar en çok satan kitaplar listesinde yeraldı. Aslında, kitaplarımın Almanya’daki satışı, Amerika Birleşik Devletleri’nde kaydedilen satıştan çok daha yüksek. Satışların yüksek olduğu bir diğer ülke de Arjantin. Son kitabım “Schopenhauer Cure” örneğin, Amerika Birleşik Devletleri’nde Ocak ayına kadar piyasaya çıkmayacak. Zira bu yıl seçim yılı ve seçim heyecanı alıp başını gittiği için, roman ve hikaye yayımlamak istemiyorlar bu dönemde. Dolayısıyla kitabımın basımını da ertelediler ama kitap Arjantin’de çıktı bile. Onlar o kadar beklemek istemediler. Ayrıca İskandinav ülkelerinde de beğeni topluyor kitaplarım ama örneğin Fransızcaya hiç çevrilmedi yazdıklarım. İtalya ve Orta Avrupa’da da pek satıldığı kanısında değilim.
A.A: Türkçeye belki de “Schopenhauer Tedavisi ya da Kürü” diye çevrilebilecek bu romanda, ne anlatıyorsunuz ?
I.Y: Birkaç yıldır Schopenhauer üstüne yazdığım bu kitap üzerinde çalışıyorum. Bu, grup terapiyi konu alan bir roman. Ben, gayet iyi biliyorum grup terapi konusunu. 25 Yıldır yaygın şekilde kullanılan bir meslek kitabım var bu konuda. Ama hiçbir zaman bir roman ya da öykü çerçevesinden bakarak yazmadım grup terapi hakkında. Çok zor bir iş bu, bir sürü karakteri aynı anda topluca canlı tutmak çetin bir iş. Ve bugün hemen hemen unutulan büyük filozof Schopenhauer’ın bazı katkılarını anlatmak istedim. Schopenhauer, Nietzsche için çok önemli biri olmuştu. Freud için de çok önemli biriydi. Freud’un birçok düşüncesinin de arkasında Schopenhauer vardır. Ama o dönemin ortamı nedeniyle bu kabul edilmez. Freud, öğrenciyken, yoğun olarak Schopenhauer ekolünden geçmektedi. 19.Yüzyılın ortalarında herkes Schopenhauer okuyordu. Schopenhauer’ın birçok konuyu kavrama şekli, son derece önemli psikolojik nitelik taşıyor. Aynı zamanda çok garip kişiliği olan bir insandı Schopenhauer. İnsanlardan nefret eden, kaçan, kadınlardan hoşlanmayan ve erkeğin daha üstün olduğuna inanan biriydi. Kendisini başkalarından bunca soyutlamış olan başka birini bilmiyorum. Bu insanın kişiliği, kimliğini incelemek istedim. Bu kişiliği mi felsefesinde belirleyici rol oynamıştı yoksa felsefesi mi kişiliğini etkilemişti? Yanıt bulmaya çalıştığım sorulardan bazıları bunlardı işte..
A.A: Peki Amerika’da, örneğin Almanya’daki kadar gözde bir yazar olmamanızı nasıl yorumluyorsunuz? Rekabet mi daha fazla? Yoksa piyasa mı fazla geniş?
I.Y: Yoo, Amerika Birleşik Devletleri’nde de gayet iyi tanınıyorum. Artık çok sık konferanslar vermiyorum ama verdiğim zaman da büyük bir izleyici kitlesi oluyor karşımda. Yaşlandıkça da, yorum ve eleştiriler, insanların benim çalışmalarım hakkında ne düşündükleri beni daha az ilgilendirir oldu. Daha çok kendi içime dönük hale geldim, yazdıklarım, benim için doyurucu olmalı. Bir yaratıcı yeteneğim varsa bunu gerektiği gibi ortaya koyuyor muyum diye soruyorum kendime.
A.A: Sizin mesleğiniz umulmadık sorunları da peşisıra getirebilecek zorlu bir iş. Siz kendinizi nasıl koruyabiliyorsunuz? Nasıl uzak durabiliyorsunuz karşılaştığınız, çözüm aradığınız insan sorunlarından? Ya da nasıl kaçıyorsunuz?
I.Y: Aslında şu sıralarda yaşamım çok da stresli değil. Bu yaşta, daha kolay bir yaşam sürdürüyorum. Haftada oniki dolayında hasta görüyorum. Geri kalan zamanlarımda yazıyorum. Dünyanın en güzel yerlerinden birinde, Palo Alto’da yaşıyorum. Okumak, yazmak ve yapmaktan zevkaldığım şeyleri yapmak için epeyce bir zaman bulabiliyorum kendime.
A.A: Dr.İrvin Yalom, son derece dinçsiniz ama bir yandan da yazılarınızda, söyleşilerinizde, yaşlanıyor olmak ve ölüm temaları karşımıza çıkmaya başladı. Ölüm korkusu, sizin için güçlü bir duygu mu?
I.Y: Herkes için güçlü olan bir duygu ölüm. Ölüm korkusu yaşamımız boyunca bizden ayrılmayan bir duygu. Yüzeyin altında kaynayıp duran bir duygu gibi. Arada bir kabus şeklinde dışa vuruyor, ya da ölüme ucundan değdiğimizde ortaya çıkıyor, sonra uzun süre unutamıyoruz bu duyguyu. Ya da bize çok yakın olan birisini kaybettiğimizde beliriveriyor ölüm korkusu. Bir de tabii yaşamın belli dönemlerinde ortaya çıkıyor. Çocuklar, ölümün varlığını keşfettiklerinde büyük bir kaygıya kapılıyorlar. Ergenlik çağındaki gençler de ölüm konusunda çok duyarlı, kaygılı. Biliyorsunuz, ergenlik çağındaki gençler arasında intihar oranı çok yüksek. Sonra yaşam gaileleri başlıyor, bir iş sahibi oluyoruz, çoluk çocuğa karışıyoruz, tüm enerjimizi mesleğimize, ailemize yönelttiğimiz için, o ölüm korkusu bir anlamda yine yerin altında kayboluyor. Sonra, çocuklarımız evden ayrılmaya başlayınca, 40’lı yaşlarımıza geldiğimizde, ölüm korkusu yine ortaya çıkmaya başlıyor. Buna orta yaş bunalımı diyoruz. Ondan sonra da ölüm korkusu hemen hemen sürekli, yaşamımızın sonuna dek bizimle birlikte kalıyor.
A.A: Peki ya din? Sizin ateist olduğunuzu biliyoruz ama, kimileri için, yaş ilerledikçe din daha da önem mi kazanıyor?
I.Y: Bence din, ölüm korkusuyla içiçe geçmiş halde. Bence din, dünyanın her yerinde, bazı umutsuzluklarımızla, ölüme ilişkin kaygılarımızla başedebilmek için yararlandığımız bir yöntem. Her dinin, ölüm kaygılarımızla başedebilme konusunda belli bir üslubu var. Bütün dinlerin temelinde ölüm korkusu, kaygısı yatıyor. Bazıları için gayet olumlu sonuçlar veriyor, bazıları içinde vermiyor. Ama ben, belli bir dini inançları olmaksızın da ölümü gayet açık bir şekilde karşılayan birçok insan tanıdım. İnsanlar, yaşlandıkça daha bir dindar mı oluyorlar? Sanırım bu insanlar, zaten dinlerine bağlı ve korkuları arttıkça daha da dindar oluyorlar. Ama bende, böyle olmadı bu.
A.A: Ama din, günümüzde büyük bir siyasi güç haline de geldi yeniden… Dünya, daha bir kutuplaşmaya gitmiyor mu din yüzünden?
I.Y: Evet, çok daha aşırı düzeyde kutuplaşma içine girdik. Din, herhalde hepimizi yokedecek. Öylesine dev boyutlarda bir yıkıcı güç din!.. Kimileri için tedavi edici nitelik taşıyabiliyor din ama kaç yüzyıldır da gördüğümüz gibi, son derece yıkıcı bir güç de olageldi. Bugün de, birçok yerde olduğu gibi, Amerika’da, köktendinciliğin tırmanmasıyla, din büyük önem kazandı. Örneğin intihar bombacıları hakkında onca tartışma yapılıyor, ama kimse çıkıp da intihar saldırılarının en önemli yönlerinden biri, yani o vaadedilen harika ahiret hakkında birşey yazmaya yanaşmıyor. Mantıklı bir insan açısından bu saçma. Ama kimse de çıkıp birşey söylemiyor zira Amerika’da, köktendinci Hristiyanların inançları da en az o kadar saçma. Dolayısıyla köktendinci Hristiyanların ahiret kavramı da bir o kadar saçma olduğundan, Müslümanların ahiret kavramının saçmalığı hakkında bir yorum yapamıyorsunuz. Ve bu yüzden de gizli bir işbirliğiyle sessiz kalıyor insanlar.
Söyleşiyi gerçekleştiren: Ayça Abakan – BBC (22 Haziran 2004)
edebiyathaber.net (28 Ağustos 2012)