Nicedir “insan”ın ne olması gerektiği üzerine düşünmüyoruz. Ne edebi, ne sanatsal, ne ruhani olarak onu konu edinmedik, onu kendi kaderine terkettik. Onun hangi virüslerle zehirlendiğini, nelere açlık hissettiğini, maddeye ve türevlerine neden bu denli tutkun olduğunu, tanrıyla olan savaşının kökenini, ruhani olarak hangi silahlara sahip olduğunu unuttuk. Çünkü tembellik ve aymazlık düşünceyi içten içe kemirerek bizi kendimizden uzaklaştırdı ve hasta etti. Artık yeter, buradan felsefenin verdiği yetkiyle tüm insan varlığını, yine kendisinin huzurunda itirafa davet ediyor, düşünceyi göreve çağırıyoruz.
İnsan dediğin nedir ki?
Tek bir ölümcül günahın suçluluk psikolojisinde kavrulan bir varlık alanıdır insan. İnsan, tarih boyunca içi boşaltılan, güçten düşürülen, çarpıtılan, tecavüz edilen, manipülasyona maruz kalan, yozlaştırılan, soysuzlaştırılan… tek şeydir. O, dünyevi arzular uğruna kendinden vazgeçirilen tek öznedir; işte bu sebeple, artık bir özne değil sadece bir nesnedir. Kendi sıradanlığını kendi belirleyen bir nesne.
Kökler ve varoluşun tuhaf seyahati
Aslında insan varoluşunun kökeninde (serüveninde) kendi üzerine düşünme, yani kısaca, insanın yine kendisine dönme kaygısı yatar. Bu rutin süreç, benliğin intiharıyla sonlanırken, insan yine aynı yere -henüz konuşulmamış, söylenmemiş ve isimsiz olana- dönmekte ve kendisine şu soruyu hiç bıkmadan sormaktadır: Ben sadece tanrısal bir tekerrürden ibaret miyim? Bu sorunun cevabını, zamana ve hayatın keşmekeşine bırakan sıradan insan, hem varoluşunu, hem de iradesini bir bıçak ile söküp atarak, kutsanmış intiharını meşrulaştırma yoluna gitmiştir.
Peki, neden bu soysuz ve bir o kadar da kanlı mücadele, varlığın aleyhine gerçekleşmektedir?
Çünkü insan, varlığın içine kendisinden hiçbir şey katmamış adeta onu bir hizmetkâr bellemiştir. Varoluş, ilk ruhun (ilk dünyevi halife) icadından bu yana sadece içi geçmiş bir et yığınının emir eri olmuştur. Öncesini zaten kestiremiyoruz; sonrası da tanrılık makamından akan acı deryasında yitip gitmiştir. Ete kemiğe bürünmek aslında ölüme tapınmanın bir yan ürünüdür.
Evet, insan varoluşu bu tuhaf seyahatine tanrıdan daha doğrusu kendinden vazgeçerek başlamış ve devam etmiştir. Bu talihsiz bir kazadır. Deccal’in tarihi de buradan başlamaktadır. Hayat, insanın başına gelen en talihsiz şeydir ve emin olunuz ki ruhumuza buluşan habis bir virüstür. Onu söküp atmalıyız.
Cehenneme giriş
İnsanın başına gelen her türlü şey yine insandan kısaca kendisinden kaynak bulmaktadır. Bir cevher olarak anılmasa da insan, deneyimlediğimiz bu hayat içerisinde hafife alınmayacak kadar aktif bir hizmetkârdır. Peki, insan neye hizmet etmektedir sizce? Ahlaka? Tanrıya? Kendisine? Gerçeğe? Hayır, bunların hiçbirine hizmet etmedi. İnsan sadece, içi boşaltılmış olan -bir atımlık ve sığ- varoluşunu nitelemek ve beslemek için “hayat” denilen illüzyonu yarattı. Ve sadece ona hizmet etti. Hayat ise, insan varoluşu üzerine söylenmiş beylik laflardan sadece biridir. Madde de insan (düşüncesinin) rüyasının bir yansıması olarak, insana ait organların hizmetine verilmiş birer oyuncaktır. Cehenneme giriş buradan itibaren başlamaktadır. Cehennem insanın oyuncağını keşfetme aşamasıdır. Bu aşamadan sonra insan ölümü icat edilmiştir.
Benliğinin yırtıklarından dünyaya bir kez daha bak! Ne görüyorsun?
Asıl olması gereken neydi peki? Hemen cevaplayalım: İnsan denilen şey barındırdığı güçler bakımından bir tanrı adayıydı. Tanrının izni şimdilik bu kadardı. Ta ki cennete kadar… Cennet bir amaç değil bir imrendirici kadın vücuduydu o kadar. Libidosunu yükseltemeyen insan sadece mastürbasyonu tercih etmişti. İşte buradan hareketle insan varoluşunu akışkan bir sıvının temsilcisi seçebiliriz. Yeni bir tanımla insan, kendisini unutmaya meyil etmiş, katılaşmış, körleşmiş bir tanrı adayıydı. Bu saatten sonra işi zordu. İnsan olmak hususi bir mesai harcamayı gerektiriyordu.
Bu arada şunu eklemeliyiz; İnsan, akışı ve uzamı kendi zararına da olsa tersine çevirmiştir. Bu yüzden dünya hayatı bir sefalettir. Hayat, varoluş için bir çöplük hatta bir hatadır. Bu yüzden cehennem metaforunu kullanıyor ve yaşıyoruz.
Varoluş bir saltanattır!
Orada insandan başkası hüküm süremez. Tanrı parçacığını taşıyan insan için varoluş bu denli önemlidir. O olmadan insan köksüzdür. İlk tapınağın kapısında yazan bilge söz neydi hatırlayın: Kendini Bil! Bir kahin boşuna şu sözleri sarf etmemiştir: “Geleceği mi bilmek istiyorsun, kendini bil, bu yeterlidir.”
Sıradanlık ölümsüzlüğün tek düşmanıdır
Bunu bilmek için kahin olmaya gerek yok. İnsan artık tarih yazan olmalıdır, tarihin kurbanlarından biri değil. Bu sebepledir ki “bilmek” ölümcül bir silahtır. Bilmek, tanrıyı anlayabilen onun yanında yer almayı arzulayanların işidir. Bilmek eylemi etimolojik olarak “almak” “kabul etmek” “dahil olmak” eylemlerinin felsefi kaygısına dikkat çeker. Bu bileşim ruhanidir, tanrının insan kurtuluşu için gizeme ihtiyacı yoktur, o, en basit matematik formülleriyle ilgilenir.
Tanrının esin kaynağı insandır
X: Tanrı, y: İnsan, XY: Tanrı
Bu değişkenlere göre;
X + y = XY işlemi cevherin kendisine işaret etmektedir. Denklemde insan değişkeni etkisiz gibi görünse de aslında insan tanrısız, tanrı da insansız bir hiçtir. Onlar kaderlerini birbirine bağlamışlardır. Tüm kutsal kitapların özünde bu cebirsel işlem yatar. Daha açık ve doğanın saf diliyle konuşursak: Tanrı insansız olamaz; onun hükmü ancak insanla var olabilmektedir. Varlıklarının gerekçeleri yine kendileridir.
Akış… Kısaca, varlık alanlarının birbirine değmesi ve tepkimeye girmesi olayı. Bu hengâmeye sahiplik yapan sonsuzluktur. Bu eksiksiz trafiğe dünya lisanında kısaca zaman diyoruz. Zaman denilen matematiksel düzlem, bir sıvı gibi varlıkların uzuvlarına ve madde âlemine değerek olayları oluşturur. İşte bu olaylar (oluşlar) insan eyleminin bir sonucu olarak karşımıza çıksa da aslında bir oyundan ibarettir. Oyun her zaman insan lehine olmaz. Çünkü ölümün varlığı aşikardır. Oyunu bozan tek şey ölümdür. Ölüm zamanın yoldaşıdır ve toprağın tek isteğidir. Varoluşun başka bir boyutta devam edebilmesi ve sonsuzluğun tezahürü için gereklidir. Ölümsüzlüğün kanıtı ve gerekçesi budur.
Peki, ne yapmalı?
Kurtulmalıyız. Yaratmalıyız. Tanrı olmayı kendimize yaraştırmalıyız. Varoluşun tüm gereksiz yüklerinden, korkularından ve iştahı bol tanrılarından silkinip kurtulmalıyız. İnsan denilen ve unutulan şeyi tekrardan ayağa dikmeli ve ölümsüzlüğün her şeyden çok onun hakkı olduğuna tekrardan inandırmalıyız. Varoluşun yapay yansımalarını yakıp yok etmeliyiz. Varlık sahasının aslında neye hizmet ettiğini, yosun tutmuş amaçların tekrardan gün yüzüne çıkarılması gerektiğini unutmadan; ölüm denilen yalana değil, sonsuzluğun güzelliğine âşık olmalıyız.
Köksüz, etiketsiz, yüksüz, soylu bir varoluş üzerine tekrar düşünmeliyiz. İnsan kendi üzerine düşünmeyeli uzun zaman oldu ancak halen geç sayılmaz. Kendine dönmeye çalışan ve bu uğurda kan kaybeden, düşüncenin malı olan bir insan varlığını öncelemeliyiz. Bir an olsun hayal edin! Hayallerin, tanrıdan koparılmış küçük gerçek kırıntıları olduğunu hatırlayın.
Unutmayın gölgesinde yaşadığımız ve bize sadece yansımalarının vurduğu tek bir gerçek var ve o henüz keşfedilmedi.
Can Murat Demir
Yazılarınızı ilk defa okuyorum ve bu yazıdan sonra da okumaya devam edeceğim. Ne sıklıkla paylaşıyorsunuz?
Merhabalar. Ne yalan söyleyeyim ilham perileri ne zaman uğrarsa o zaman bir şeyler yazıp yayına alıyoruz. Tekrar gelin olur mu?
Merhaba. Burada keşfedecek çok şey var, tekrar gelmelerim çok olacaktır eminim. Umarım o periler sizi sık rahatsız eder. :)
teşekkürler Elif Hanım görüşmek üzere… Hoşçakalın
Tanrı ve insan varlığını birbirinden kopuk ele alması bana çelişki gibi geldi. Tanrısal bilgiyi gerçek varsayarsak insan onu betimleyen kutsal yazıtların öncülüğünde kendi bilgisini yapmalıdır. Eğer tanrı bilgisini bir insan ürünü sayarsak insanın kendini tanrı bilgisiyle özleştirecek hayal ve düşüncelerini somutlaştırmasını isteyebiliriz. Deneme de Tanrı varlığının insan varlığı üstünde ve insandan bağımsız bir gerçeklik mi yoksa insanın en ileri varoluş hayali mi olduğu bana açık görünmedi. Karışık yani. Cümleler cımbızla ayıklanıp doğruluk aynasına tutulduğunda manada gayet net, ancak hepsi bir araya geldiğinde manada bulanıklık başlıyor. Netlikte ifade keskinliği yok. İnsanın ne olması konusunda kafa karışıklığı yaratıyor. Tanrı mı olalım, tanrıya teslim olalım yoksa tanrıyı öldürüp sadece kendimiz mi olalım net görünmüyor.
Demek ki başarılı olmuşum bu yazıda Muharrem bey. Tekdüze heryerde aynı ses tonuyla seslendirilen şeylere karşı alerjisi var benim felsefemin… Umarım kafanız karışmış, insan ve tanrı hakkında gün bildiklerinizi unutmuşsunuzdur. Teşekkürler ziyaretiniz için…