Bu dünyaya doğan her insan acıyla sevişmek zorundadır.
Öldürme eylemi ruhani bir kurtuluştur. Şöyle ki, insanlığa kıyarsan suçlu değilsindir. Çünkü o inkâr edilenle eşdeğerdir. Tam aksine insanlığın faili yeryüzünde peygamberleştirilir hatta tanrılaştırılmıştır. Bu yüzden İsa bir kurbandır. Tanrı ise cellat. İşte tam bu aşamada ikinci bir aktör, şeytan oyuna girer. O, öldürme eyleminin içeriğini katolikleştirip insanlığa armağan eden bir varoluş şeklidir. O, bu dünyadaki ölümün haklılaştırılmasını simgeler. Bu yüzden O’na yaşamın tanrısı denmemelidir. O ehlileştirilmiş bir canavardan başkası değildir.
Şeytan bir ölüm taciridir, tanrı ise insandan kopan bir parça.
Öldürme eylemi bir iyiliği, kutsal bir emaneti sembolize eder. Neden mi, çünkü pıhtılaşan bir ruh aslında çoktan yeryüzüne doğmuştur ve her doğum aslında gecikmiş bir ölümden ibarettir. Zira melekler birer insan cinnetini çağrıştırır. Onlar nesli tükenen bir varlıktır ve kaybolmaya mecburdurlar. Kaybolmalarının nedeni öldürme eylemine iştiraklerindendir. Görünmeyen her varlık bir ölüm ihtimalinin korkusuyla yaşar. Ölüm meleklere göredir. Tanrının 10 emrinden biri “öldür ki yaşayasın” şeklinde değiştirilmelidir. Bağışlanma olasılığını hesaplayan cehennem sakinleri bu emri bilir ve cehennemin kapısına şunları kazımışlardır: Ateşten geldik, yine ateşe gideceğiz. Asıl cennet cehennem savaşı bu cümleyle başlar. Bilinenin tam aksine yeryüzünde işlenen ilk cinayet tanrıyı paylaşamayanlar arasında vuku bulmuştur. Bu yüzden seri katiller tanrının biricik evlatlarıdır.
Her cinayet mahalli kutsal bir mabettir.
Öldürme içgüdüsü ruhun arınmasıyla yakından ilgilidir. Yeryüzü arınmayı dilenen insan sürülerinin yurdudur. Toprak ise sadece bir araçtır. Suya doymadan harekete geçmez. Nicedir yakarmayan ve ibadetten küfre meyil etmiş insan denilen pisliği hiçbir şey temizleyemez. Cinayet hariç. Her ölüm bir ibadet gibidir ve Araf bunlarla dolup taşmaktadır. Arada kalanlar aslında cinayete kurban gidenlerdir. Ölüm ezbere yaşamaktır. Ezbere yaşanan her hayat eninde sonunda mezarlığa çıkar. Mezarlıklar bunlarla doludur. Ağaçlardan tırmanan ölüler özlerinde hep bu çelişkiyi yaşar. Onlar ki nicedir nefes almadan yaşamayı öğrendiler!
Ölüler yürümeyi tanrıdan öğrenmişlerdir.
Öldürmek dua etmenin bir diğer şeklidir. Yukarının planlarını hiçe sayan her ölümlü bunu bilir. Korkuyla yatıp kalkan her canlı toprağın şefkatli kollarında şeytanla sevişirken tek isteği biraz daha acıdır. Acı, duanın son halidir. Tanrı emanetidir. Kutsallığı yoktur. Ama ruhani bir tarafı da vardır. Bu yüzden tehlikelidir. Dua ederken ellerin açılması bu yüzdendir. Daha fazla acıyı istemek ise kendinden vazgeçmeyi simgeler. Her canlı ölümü tatmadan önce bu cendereden geçmek zorundadır. Geçiş hakkı sadece günahkârlara aittir. İyilikseverler sonsuzlukla çarpılan eziyetle sınanırlar. İşte sınav budur, hesap günü geldiğinde asilerin hepsi ayağa kalkarak tanrıya şunu söylerler: “Nerde senin adaletin!” “Bizi neden sahipsiz bıraktın!” Bu noktadan sonra insan tanrıyla küser ve görünen her şeye karşı kin besler. İlk günahkar olan Adem’in ve soyunun laneti buradan gelir. İlk cinayet Havva’nın küçük oğlu üzerinde denenir. İlk deneme başarılıdır ve kan davası başlar. Ölüm burada başka bir hale bürünür. O artık tanrı katında da değerlidir çünkü saf kötülüğü temsil eder.
Öldürme eyleminin kaynağı ilahi sevgidir.
İlk öldüren tanrıdır çünkü yaratma yetkisi ondadır. Tanrı ilk seri katildir. Dua etmemizi istemesi bundandır. Kendisini aklamamızı ister. Yalvarmamızı ve ondan af dilememizi sürekli öğütler. Aklanan cinayetleri insanlık tarihini ve dinler paradoksunu oluşturur. İronik bir hikâyedir çünkü ölüm ve yaşam kardeş gibidirler. Bir söylentiye göre gizli bir anlaşmayla melekler insanlarla sevişerek ilk sıvı transferini gerçekleştirmiştir. Tanrı buna kızmış ve birkaç kelleyi götürmüştür. Bu yüzden yeryüzüne düşen her melek tanrının bir ölüm kapanı olduğunu bilir ve ondan bu yüzden korkarlar. Zira tanrı cinayet mahallinde hep ilk şüphelidir, çünkü sicili pistir. İlk cinayetinin üzerinden binlerce yıl geçmiş olmasına rağmen halen aktif bir cellattır.
Ölüm tanrıya yakışan bir giysidir.
Cehenneme sürülen her ruh bu provayı yaşamak zorundadır. Her imaj değişikliği ardındaki ipuçlarını yok ederken insan bu manzarayı sadece uzaktan izlemekle yetinir. Ölüm, provasız bir merasimdir. Faili ise hep kaçaktır. Zamandan azade edilmiş tanrı ile oyun oynamaya kalkan insan aslında bir hiç, maddenin ise sadece bir yanılsama olduğundan bihaber yaşar. Bu tarihsel bir acıdır. Kroniktir. Buradan şu sonuca varıyoruz: İnsan – tanrı mücadelesinde asıl kaybeden yeryüzüdür. Topraktır. Ruhlar birer birer çöplüğe dönüşürken insan buna bir isim takar: Teselli.
Pisliği takip et! Ölümün küçük parçalarıdır onlar.
Gerçek dedikleri bu olsa gerek. Çünkü bize gerçek diye dikte ettirilen şey aslında çöplükten başka bir şey değildir. Yaşamı devindiren şey ölümün etrafa saçtığı pislikten ibarettir. Bu yüzden çamurlu su da avlanır balık. Kutsallığını yitiren her şey tanrıya döner. Bunu neden söylüyorum? Çünkü bize giydirilen teselli kıyafeti acının yalnızlığından gelir. Körlük te bu ironiyle palazlanır. Yoldaş olduğumuz tüm yalanlar bu soysuz türden beslenerek ona yeni bir ad koyar: Vazife. Vazife karanlıktan feyz alarak insan ruhunu zehirler ve içinde barındırdığı tohumları bulduğu ilk insan rahmine enjekte eder. Bu şey daha önce görülmemiş bir melezdir ve ete kemiğe bürünmeden önce ilk küfrünü etmeye programlıdır, biz buna ortak lisanda kısaca günah diyoruz.
Onur konuğu olarak ölümü buraya tekrar çağırıyoruz.
Biz-ler aslında hiç yaşamadık, sadece tanrının rüyalarını süsleyen birer et yığınıydık. Bundan fazlasını dilenme, dileme, umma! Sen sadece bu kadarsın. Kanın ve ruhunda olduğunu sandığın tek şey sadece öldürme içgüdüsü. Sakın kendine yalan söyleme! Bu en büyük günahtır. Her ne isen o ol! Tanrı-n gibi samimi davran ve kendinden başkasını düşünüp aptallığa yatma çünkü her nerede isen henüz doğmadın.
Can Murat Demir