Benim hastalığım, hastalıkların en kötüsü, en azılısı, en ağrılısı, en belalısı, en süreklisidir. (Kum hastalığı.)
Şimdiye kadar beş altı uzun ve belalı sancı geçirdim. Bilmem ben mi yaman bir adamım, yoksa ölüm korkusundan ve doktorların aklımıza soktukları tehlikeler, neden ve sonuçlardan düşüncesini kurtarmış bir insan için bu acı, kolay dayanılır bir acı mıdır?
Bence ağrının etkisi aklı başında bir insanı çileden çıkarıp deliye döndürecek kadar şiddetli, dehşetli olmuyor. Kum sancısından benim şu yararım oldu ki, bir türlü kendime kabul ettirmediğim ölümü artık yadırgamayacağım! Çünkü sancılar, beni ne kadar sıkıştırır, tedirgin ederse, ölüm korkusundan o ölçüde kurtuluyordum. Hayata, yalnız hayatta olduğum için bağlanmaya zaten alışmıştım: Hastalığım bu bağı da çözecek. Allah vere de hastalığın şiddeti gücümü aşıp bana ölümü sevdirip arzulatmasa; çünkü bu da ölümden korkmak kadar kötü bir şeydir:
Summum nec metuas diem, ec optes. (Martiells)
Ne ölümden kork, ne de ölümü iste.
Bunlardan ikisi de kaçınılacak durumlardır ama birincisinden kaçınmak çok daha kolaydır. Evet, ama, acılara dayanırken hiç istifimizi bozmamayı, mağrur ve sakin bir tavır takınmayı bir ahlak kuralı yapmak da bana anlamsız bir gösteriş gibi geliyor. Neden, bir şeyin aslına, doğrusuna bakan felsefe, burada görünüş üzerinde duruyor? Bu oyunu aktörlere, söz ustalarına bıraksın. Dış hareketlerimize bu kadar önem veren onlardır.
İnsanın yüreği sağlamsa, acıları yenmek için ağlayıp sızlanmaktan çekinmesin; irademizi aşmayan bu sızlanmaları irademizi aşan iç çekişleri, hıçkırıklar, çarpıntılar, sararmalar gibi görsün. Yürekte korku, sözlerde umutsuzluk yoksa, daha ne istiyor? Düşüncemiz kıvranmıyorsa, bedenimiz kıvranmış ne çıkar? Felsefe bizi başkası için değil, kendimiz için, güçlü görünmek için değil, güçlü olmak için yetiştirir. Düşüncemizi yönetsin yeter! Onun işi budur. Ruhumuza öyle bir güç versin ki, kum sancılarında kendini kaybetmesin, korkakça boyun eğmesin, karşı koysun; bitkin, ezilmiş bir hale gelmesin, bir savaş taşkınlığı ve azgınlığı göstersin; bir dereceye kadar çevresindekilerle konuşmak ve daha başka şeyler yapmak gücü olsun. Bu kadar çetin hallerde, insandan hiç istifini bozmamasını istemek zalimliktir. Biz savaşı kazanalım da, varsın gösterişimiz bozuk olsun. Vücut kıvranmakla rahatlıyorsa, bırakın kıvransın; hareket iyi geliyorsa istediği gibi yuvarlanıp tepinsin. Var gücüyle bağırınca ağrı biraz olsun geçer yahut diner gibi olursa, hiç çekinmeden bağırsın. Ona, ille de bağıracaksın demeyelim, ama bağırmasına da
karışmayalım. Epikuros, olgun bir insanın, acı çekerken bağırmasını hoş görmekle kalmıyor, bunu öğütlüyor bile.
Pugiles etiam quum feriunt in jactandis coestibus ingemiscunt quia profundenda voce omne corpus intenditur venique plaga vehementior. (Cicero)
Güreşçiler rakiplerine vururken, zırhlı yumruklarını savururken inler gibi bağırırlar; çünkü bağırmak sinirleri gerer ve vuruş daha kuvvetli olur.
Bunları söylemekten amacım, kum sancılarında yaygara koparanları hoş görmektir; çünkü ben kendim şimdiye kadar bu sancıları biraz daha durgun geçirdim, bağırıp çağırmadım; yalnızca inledim. Ama, bu edepli halde kalmak için hiç de kendimi zorlamadım, çünkü böyle bir üstünlüğe değer verenlerden değilim. (Kitap 3, bölüm 32)
Montaigne; Denemeler‘ den…