Ana SayfaÖyküDolunay ve Kırmızı

Dolunay ve Kırmızı

Karısını öldürdüğünde henüz 20’li yaşlarında genç bir adamdı. O zamanlar hayatın ya da ölümün ne olduğunu tam olarak bilmiyordu. Ama azimliydi, öğrenmesi fazla uzun sürmedi. John artık her şeyi biliyordu. Ölümün ancak öldürerek anlaşılabileceğini keşfetti.

En zorunu seçmişti, karısının cansız bedenini… Matilda’nın cesedi ona hem hayatı hem de ölümü çok iyi özetlemişti. Hareketsiz duran organlar, akan kan ve kurbanın soluk yüzündeki gülümseme… John, bu manzaradan sonra artık bilge bir adamdı, bilge ve bir o kadar da canavar… Şiirler yazıyor, makaleler üretiyor, gazete kupürleri topluyordu. Hatta takma adla bir gazetede köşe yazarlığı yapıyordu. Yazma tutkusu, onun hayatının vazgeçilmezi olmuştu. Özellikle şiirleri onun için çok önemliydi. Çünkü şiir ona göre kestirme bir ölümü ifade ediyordu. Kestirme ve bir o kadar da gülünç bir ölümü… Kara ciltli defterine aktardığı alıntı bir şiiri okumaya başladı:

Ruhundan neler geçtiğini merak ediyorum.
Bunun için öldürdüm seni!
Ruhunun kurtuluşu için…
Aslında o benim,
Yani kurtuluşun…
Seni çok sevdiğim için öldürmeliyim!

Bu satırları unutamıyordu. Saplantılı da olsa sürekli bu şiiri okumak hoşuna gidiyordu. Yapacak pek fazla şeyi yoktu aslında. Dört duvar arasında yazmak, düşünmek ve okumak… Bütün zamanını alıyordu. Aslında müebbet yiyen biri için bunlar olağandışı sayılmazdı. John bunların kendisine tanrının bir nimeti olarak verildiğini düşünüyordu. Bunları düşünüp rahatlayabiliyordu. O özel biriydi, tanrının bu dünyadaki gölgesi gibi… Huzuru bu dört duvar arasında bulan genç adam, ışıksız ve nem kokan bu hücreyi, tanrıya açılan bir pencere olarak görüyordu. Bu izbe hücre onu aziz John yapıyordu. Leş kokan bu lağım çukuru, kutsanmış bir adamın kilisesi gibiydi.

Dört duvarı seviyordu. Hatta buraya âşık sayılırdı. Ay ışığı buna en büyük etkendi. Penceresinden süzülen ay ışığı… Nadiren de olsa geceleri yakaladığı ay ışığı John’a göre bir ziyafetti, ruhunun kurtuluşu için bir çağrıydı. Yazma arzusunu tetikleyen bir ritüel gibiydi.

Yalnızlıktan hoşlanan bu genç adam hayatı boyunca insanlardan kaçmıştı. Karısıyla da hayattayken çoğu kez tartışma nedeni olan bu konu, John için gereksiz bir ayrıntıydı. Bu tartışmalarda Matilda, onun kalabalığa karışması gerektiğini ileri sürüyordu, kocasını bu yönde telkin ederken John sadece gülümsüyordu. Hep böyle yapardı. Matilda konuşurken gülümserdi. Bu tam bir kavga nedeniydi. John kavgalarda genelde sessizdi. Yine rutin kavgaların birinde Matilda şunları haykırmıştı:

Hadi John! Dışarıda hayat var! Biraz nefes almalısın! Göreceksin ki her şey daha güzel olacak!

John bu cümleleri çok duymuştu. Hayatı boyunca Matilda’nın bu serzenişlerine katlanmıştı. Bir anda her şey gözünün önüne geldi. Kendi kendine karısının cümlelerini tekrarladı. Acı acı gülümsedi, tıpkı o kavgalarda olduğu gibi… Sakindi. Sonra zamanda biraz daha ileriye gitti. Matilda’nın son nefesini verdiği dakikaları hatırladı. Yarı boğuk bir sesle Matilda şunları söylemişti:

Bu sen değilsin! Bu sen olamazsın John!

John derin bir nefes aldı. Kurbanını hatırlamak onu acıktırdı. Biraz ekmek attı ağzına. Ağzında büyüyen lokma onun kini gibiydi. John eskisi gibi değildi, onu öldürdükten sonra tam bir erkek olmuştu. Ağzındaki lokma daha da büyüdü. Tükürdü! Duvara tükürdüğü şey kanlı bir ekmek lapası gibiydi. O artık sessiz ve sakin bir adam değildi. O bir canavardı. Kanın ve ölümün ateşli bir müridi gibiydi.

Karısının ölümünden 2 yıl geçmesine rağmen tüm ayrıntıları dün gibi hatırlıyordu. Kanı nasıl durduğunu, cesedi karısının bahçesine hangi açıyla gömdüğünü, bıçağı nasıl sapladığını ve Matilda’yı kaç parçaya ayırdığını… Hepsini hatırlıyordu. Cesedi gömdüğü yer, yatak odası penceresini görüyordu. John cesedi gömdükten sonra günlerce bu yatak odası penceresinden izlemişti. Matilda’yı çok sevdiği fesleğenlerin hemen yanına gömmüştü. Böylece hem fesleğen hem de ceset kokusu birbirine karışıyor dikkat çekmiyordu.

Onu öldürmek hem kolay hem de zordu. Hala âşıktı. Matilda onun tek aşkıydı. Ölmeden önce son yalvarışları hala kulağında yankılanıyordu. Acınası bir görüntüydü. Ama John için sorun değildi. Çünkü bu cinnet anına kadar her şeyi çok iyi planlamıştı. Emin olmak için aylarca karısını izledi. Gizli telefonları, elektronik postaları ve çağrıları… Hatta Matilda’nın o pislik herifle buluşmalarını kasete aldı. Aldatılan her erkek gibi John da kinini ve nefretini içinde biriktirdi. Ayrıntılı ve bir o kadarda canice hazırladığı planını sabırla uygulamaya koydu. O hem âşık hem de aldatılan bir adamdı. Aptal yerine koyulan her erkek gibi davrandı. Harekete geçmeliydi.

Özenle hesapladığı bıçak darbeleri John’a hem zaman kazandırıyor hem de karısını izleme fırsatı veriyordu. Ölümüne şahit olma duygusu büyük bir hazdı. Günlerce kanın akışını izledi. Ay ışığının kanlı çelikteki yansımasını büyük bir gururla seyretti. Karısını adeta kendi kanıyla kutsuyordu, bu bir ayindi. John artık bir tanrıydı, istediği gibi öldürüyor, acı çektiriyor ve zevk alıyordu. Dolunayda parlayan çelik ve kanın süzülüşü ona çocukluğunu anımsattı. Çocukken öldürdüğü küçük canlıları… Şimdi o canlıların yerine karısını koyup öcünü alıyordu. Ama bu ölümün diğer ölümlerden bir farkı vardı. O da kurbanın ölürken gülümsemesiydi… Karısını öldürürken yüzüne bir gülücük yerleştirme fikri epeyce hastalıklı da olsa John için vazgeçilmez bir ayrıntıydı. Matilda ölürken gülümsemeliydi. Bu ayini tamamlayan tek şeydi. Ölüm ve acının bireşimi olan bir tek gülücük… Bu ayrıntıyı ölen bir kadında gerçekleştirmek zordu. John bunun bilincindeydi. Bunu önceden hesaplamıştı. Tüm malzemeleri hazırdı. Biraz ince misina, balıkçıların kullandığından, kolayca hareket etmesini sağlamak için biraz makine yağı ve bir dikiş iğnesi… Tam iki saat sonunda bu malzemelerden öyle bir şaheser ortaya çıktı ki John gözlerine inanamadı. Harikaydı. Tek kelimeyle mükemmeldi. Matilda’nın delik deşik olmuş yüzüne, sanatçının şaheserine bakması gibi hayranlıkla ve gururla baktı. Ayin tamamlanmak üzereydi. En önemli kısmı kolayca halletmişti. İşte şimdi karısı dünyanın en mutlu kadınıydı. Matilda mutlu ölmeyi hak ediyordu. Hem Matilda hem John sona doğru yaklaşıyorlardı. Her şey aziz John’un istediği gibi şekilleniyordu. Bu ironik kanlı tablo katil için bir gurur kaynağıydı, bu kurgulanmış cinayet John’u fedakâr bir koca yapıyordu, Matilda’yı da eşsiz bir kadın…

John’ a göre öldürmek sevgiyi engellemiyordu. Aksine onun bir parçasıydı. Evet, hala onu seviyordu, ona âşıktı. Karısıyla ilk tanışmalarını hatırladı. Okuldaki ilk günlerini ve evlendikleri günü… Aziz John Kilisesinde evlenmişlerdi. Sade bir nikâhtı. Matilda o sıralar çok güzel genç bir kadındı. Siyah saçları, beyaz teni ve parlak zekâsı ile bu genç adamı kendisine âşık etmeyi başarmıştı. Sabahlara kadar seviştiği bu kadın şimdi tam karşısında hareketsizce oturuyordu. Ölüm böyle bir şeydi. John bunu kasaba kilisesinde öğrenmişti, rahip Salvatore adındaki kilise rahibi bir vaazında cemaatine şu cümleyi dikte ettirmişti:

Ölüm kurtuluştur, ölüm benim kurtuluşumdur!

John gelgitler yaşamaya başlamıştı. Tüm hayatını bir film şeridi gibi anımsamak hoşuna gitmiyordu. Bir şey fark etti. Karısının gözlerine doluşmuş kurtları… Epeyce çoğalmışlardı. Sinirlendi. Küfretti. Sizi lanet pislikler! O benim, sadece benim! İşime karışmayın sakın! Karısının göz çukurlarını dolduran bu hamurumsu tabakayı elindeki alman bıçağıyla temizledi. Bunu yaparken çok dikkatliydi. Çünkü Matilda’nın en az bir saat daha yaşaması gerekiyordu. John kendisine ait olanı yine almıştı. Bu küçük canlılar onu deniyor gibiydi. Ama her denemeleri başarısız oluyordu. Matilda yani biricik karısı sadece onundu ve öyle kalmalıydı.

John bir an nefessiz kaldı. Zor da olsa içini dolduran havayı serbest bırakabildi. Öyle ki neredeyse boğulacaktı. Sonrasında iki damla gözyaşı süzüldü. Evet ölüyordu. Matilda’nın ölümüne, yok olmasına ramak kalmıştı. Bıçağını son kez sapladığında dolunay o kadar cömert davrandı ki John bu tablo karşısında öylece kalakaldı. Ruhu kurtuluşa eren bir peygamber gibiydi. O anda içinden gelen tek şeyi yaptı, aklına gelen ilk cümleyi haykırdı:

Oh Tanrım… Tanrım beni kutsadın…

Saatler sonra uyandı. Ter içindeydi. Sırılsıklam olmuştu. Yanındaki belirsiz silueti Matilda’ya benzetti ama bu imkânsızdı. Hayal görmüş olmalıydı. Rüya içinde rüyaydı sanki. Ama hayır bu karısı Matilda’ydı ve öylece hemen yanı başında uyuyordu. Daha doğrusu hareketsizce uzanıyordu. John terli elleriyle abajura uzanmak istedi, ışığı açmalıydı. Biraz ışık her şeyi açıklayabilirdi. Birkaç denemeden sonra ışığı açmayı başardı. Evet, yanılmamıştı, yanında yatan karısı Matilda’dan başkası değildi. Matilda huzurlu bir şekilde uyuyordu. Bu sessizliği bozmamaya karar verdi. Ama içinden bir ses bu hayalin bir an önce bitmesini emrediyordu. Bu kez onu dinlemedi. Lambayı söndürdü. Düşündü. Burası ne bir hapishaneydi, ne de bir ölüm mabedi… Kâbus muydu, yoksa deliriyor muydu? Penceredeki dolunay dışında hiçbir şey gerçek değildi. Gülümsedi… Manzara o kadar görkemliydi ki… Sabaha kadar izleyebilirdi. Ama uykusuzluğa fazla direnemedi Gözleri yavaş yavaş kapanıyordu. Matilda ise hala uyuyordu. Ağırlaşan göz kapaklarının arasından kırmızıya boyanmış tavanı izlerken şunu düşündü. Biraz farklı olsa da hem Matilda hem de kendisi için hayat devam ediyordu… Ve devam etmeliydi…

Can Murat Demir

2 YORUMLAR

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

buraya bak