Tek, kendini atılmış hisseder önce. Sonra kendini atılmış düşünür – bu gücü Hiç’ten alır. Bu güç vardır zaten, bu güç varoluştur. Varoluş, Hiç’in bilincidir. Tek, düşer. İnsanın yere düşerken bedenini ve bedeninin verdığı tinsel ve ruhsal acıyı hissetmesi gibi, Tek, düşer. Düşme ya da düşüş Tek’in varoluşunun habercisidir.
Düşüş aynı zamanda rastlantıya düşüştür. Tek, rastlantısal Varolan’dır. Varoluş rastlantısal varlığın acısıdır. Peki ya haz? Varoluş rastlantısal varlığın hazzıdır. Peki ya acı?
Atılmışlığın Sancısı ve Toprak.
Dünya atılanların mekanıdır – atılmışların. Dilin kurmaya çalıştığı düzen atılmışlıktan kurtulma sancısıdır. Atılmış köksüzdür, kökensizdir. Toprak, atılmışın tek koruyucusudur. Tek, rastlantıya bir rastlantı olarak düşerken giriş ücreti ödeme düşüncesinden yoksundu. Rastlantıdan kurtulma çabasıyla sonradan giriş ücretini ödedi – hem de varoluşuyla. (Girişin düşüşten farklı olduğuna daha sonra Stirner’de rastlayacağız). Hiç’e duyduğu korku, onu Hiç’ten koparıp aldı ve varoluş-putlarının kucağına attı. Varoluş, sığınma putu rolünü üstlendi, bununla varoluş, Hiç’ten koptu. Dilin kurduğu düzen tam bir düzenbazlık felsefesidir – sığınma felsefesi. Scheler, Tek’i bu sığınmadan kurtaracak ve özgürleştirecekti, ancak, bir metafizik oyunu olsa gerek, Tek’in tanrılaşma sürecini tinin egemenliğine itmekle yetindi. Oysa Tek’in sığınma’dan arınması öncelikle dil anarşisini gerektiriyor – acilen (anarşi=hiyerarşik olmayan düşünce düzenlemesi). Stirner, dilini hiçbir şey üzerine kurdu – hiçbir şey üzerine kurmadı. Stirner, meselesini Hiç’e bıraktı.
Toprak, atılmışın tek koruyucusudur. Toprağa düşen, ayakları üzerine durmayı da öğrendi ancak gözlerini göğe dikmek onun kaçınılmaz hazzıydı. Ömer Hayyam’ın hazzi bunu ifade ediyor. Hazzı acıyla hissediyor. Batı düşüncesinin, felsefesinin arzuladığı can alıcı utkusunu doğu ta doğarken öğrenmişti. Hayyam, batıyla doğunun, acıyla hazzın birleşimidir. Dil anarşisi Tek’in kendine dönüşünü, Hiç’e dönüşünü sağlar – sağlayabilir.
TEK
İnsan dünyaya atılırken Hiç ile karşı karşıya geldi. Daha düşünmesini öğrenmeden, mantıkla karşılaşmadan Hiç’ten uzaklaşmaya yöneldi. Kendisini keşfetmeye koyulurken kendisinden, kendisine uzaklaşmaya başladı. Kendi üzerine düşünmeye başlamışken kendisine yabancılaşacağını da anladı. Anlayarak yabancılaşmaya başladı. Sonra yarattiğı düşünceler arasına kendisini sıkıştırmaya çalıştı; bunu da başardı ama tam değil. Düşünceler de kendisi gibi yaşayan birer cisim olmuşlardı, cisimleşmiş ve somutlaşmışlardı. Düşünceler artık kendisi gibi etten ve kemiktendi. İnsan düşünceler alemindeydi. Hiç’in hiççilik kazandığı gibi insan da insandı artık. İnsan tindir, tin de insan.
Düşünceler, her bir düşünce insana Tek olmayı öğretti; Tek olamayacağını öğretti. İnsanlar Tek doğduysalar da Tek var olamayacaklarını anladılar – aslında Tek doğmadılar: çoğulun ilk evresi, öncesi olarak doğdular. Hatta çoğulla birlikte. Çoğul sunucudur. Tek ise alıcıdır. Tek çoğula yabancıdır, çoğul yarattığı düşüncelere “uyum sağlamışsa da” Tek’i bu uyuma sığdıramadı – sığdıramaz. Tek yabancıdır, hem çoğula hem de kendisine. Varlık’a ve varoluşa. Varlık ve varoluşun kendisi yabancılıktır – bunu Tek bilir. Aslında çoğul da bilir ama bilmemezlikten gelir. Bilmemezlikten gelmek hoş ve tatlı bir aldatmacadır.
Tek, Tanrı değildir. Tek’in yaratıcılığı, aykırıcılığıdır. Tek, kendine, kendi dışındakilere ve varoluşa aykırıdır. Kendi üzerine düşünebilen, karar verebilen, kendisini seyredebilen (aynaya bakmadan kendini görebilen) Tek, bu özellikleriyle varoluşa aykırıdır. Tek, düşünür, kendini düşünür, düşünmeyi düşünür. Tek, Hiçlik’te düşünebilendir. Tek, kendisidir. Tek, kendisi değildir. Tek’in aykırılığı, düşünebilmesidir. Aykırılığı kendisidir. Tek, kendidir. Tek, Tek’tir.
H. İbrahim Tükdoğan